Savaş çığırtkanlığı ve çelişkileri
Bundan birkaç ay öncesine kadar Türkiye ile Suriye ilişkileri, iki devlet bir kültür temelinde yürütülüyordu. İki ülke aralarında bakanlar kurulu toplantıları yapıyor, Esad ile Erdoğan birbirlerinin düğünlerine iştirak ediyor, ülkeler arasında vize kaldırılıyordu. Türkiye’nin ekonomik sahasını, tarihi ve coğrafi alana doğru kaydırması her kesimin takdirine mazhar oluyordu.
Düne bakıldığında her iki ülke arasında gelinen bugünkü aşamanın ne denli trajik olduğu görülür. “Arap Baharı” denilen ve Büyük Orta Doğu Bölgesinin küresel sisteme entegre edilmesi projesine katkı sağlayacak gelişmeler, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri gerginleştirerek kopma noktasına getirmiştir.
Bölgenin son on yıllık geçmişine biraz daha yakından bakalım: Önce Irak’ı ve Irak’la ilişkilerin geçmişini hatırlatalım. Başbakan Erdoğan iktidarı iş başı yaptığı yıllarda Irak’ın durumu da Suriye’ye benziyordu.. Irak’ta Saddam’ın Baas rejimi vardı. Orada Suriye’nin tam tersi olacak biçimde Sünni azınlığın Şii çoğunluğa tahakkümü söz konusuydu. Saddam’ın kanlı ve insanlık dışı katliamları sonucu Türkiye mülteci akınına uğramıştı. Barzani/Talabani Türkiye’deki PKK terörüne hamilik yapıyordu. PKK da Kandil’de üslenmiş durumdaydı. Irak’a ABD ile birlikte Türkiye’nin müdahalesi söz konusu olduğunda her türlü risk göze alınarak malum 1 Mart tezkeresiyle Türkiye bu işe karışmamaya karar verdi. İyi de yaptı.
Suriye’ye gelince, onlarca yıldan bu yana Suriye, Baas adlı insanlık dışı zorba bir rejim ile yönetilmiyor muydu? Yönetiliyordu. Suriye Şii (Nusayri) azınlığın Sünni çoğunluğa tahakkümünü esas alan bir mezhep baskısı altında tutulmuyor muydu? Tutuluyordu. Zaman zaman Sünni kitlelerin ayaklanması, Baas rejimi tarafından kanlı bir biçimde bastırılmıyor muydu?. Bastırılıyordu. Bu bastırma faaliyetleri sırasında da -özellikle Hafız Esat döneminde- on binlerce insanın katledildiği bilinmiyor muydu? Biliniyordu. Suriye, Türkiye’de acımasız bir biçimde kan döken terör örgütü PKK’yı koruyup kollamamış mıydı? Kollamıştı. Bütün bu gerçeklere karşın Tayyip Erdoğan iktidarı Beşar Esat rejimiyle, “sıfır sorun” politikası bağlamında ilişkileri geliştirmede sakınca görmemiş miydi? Görmemişti. İyi de yapmıştı.
İşin ilginç bir başka yönü daha var. O da dün Türkiye’nin Irak’a müdahalesini son derece tehlikeli ve yanlış görenlerin, bugün Suriye’ye acilen müdahaleyi savunmalarıdır. Bu çelişkileri de Irak’a müdahale “petrol” içindi, Suriye’ye müdahale “insani” diyerek açıklıyorlar. Dün, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini savunanları “savaş çığırtkanlığı” yahut “tamtamcılık yapmakla” suçlayanlar, bugün Suriye söz konusu olduğunda savaş çığırtkanlığını kendileri yapıyor, hatta geç kalınmaması gerektiğinden söz ediyorlar.
Öyle ki son derece yüzeysel bir yaklaşımla “Türkiye üflese (Suriye) toz olur” diyerek, ’oturup beklememek’ gerekir “Suriye’ye müdahalesi kaçınılmaz” şeklinde yargı bildiriyorlar. Hatta Ergun Babahan, Star’da “Her gün 60-70 kişinin ölüm haberinin geldiği bir ortamda dünya daha fazla seyirci kalamaz. Bu durumda Türkiye’nin güney bölgesindeki askeri üslerinden Batı destekli hava saldırıları kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Türkiye’nin sınır güvenliği ve Suriye güçlerinden kaçan halkın güvenliğini sağlamak için geçici bir süre komşu topraklarına girmesi ve bu bölgenin bir terör üssü olmasını engellemesi de gündeme gelecektir” kehanetinde bulunmaktadır.
Herkesten daha çok iktidar, “Suriye’nin, Türkiye’nin iç işi” olmadığının farkına varması, yerli ABD’cilerin, neoliberal ilkesizlerin ve ABD’nin dolduruşuna gelmemesi gerekir. Evet. Suriye’deki rejim yıkılmalı, Esat gitmeli, katliamlar durdurulmalıdır. Bu da ancak Suriye’yi demokratik reformlar yapmaya mecbur bırakarak yapılabilir. Suriye’ye yapılacak bir uluslar arası müdahale, Libya’daki olayların benzerlerinin Suriye’de tekrarlanmasına neden olacaktır.