Sana kırmızı çok yakışıyor
Osman Can’ın eşiyle ilgili haberin yüzünü kızarttığını söyleyen Cengiz Çandar madem utanabiliyor; Ümraniye sanıkları ve şüphelilerinin ailelerine atılan iftiralar için de birikmiş bir “nar gibi kızarma” töreni düzenler artık
Ahmet Altan ve Ergun Babahan’ın aynı konudaki yazılarını okuduğunda geriye düşmüş olmaktan ötürü yüzü kızarmış Cengiz Çandar’ın...
Konu, Hürriyet’in Osman Can haberi...
Bu haberi “kınamak”, sorumlularına “hadlerini bildirmek” için “bir gün gecikmiş” diye, neredeyse kafasını duvarlara vuracak Çandar.
Şöyle yazıyor dünkü Radikal’de: “16 Nisan tarihli Hürriyet gazetesini elime aldığımda, o anda ’utanç duygusu’ ve öfkeyle yüzüm kızarmıştı. Hürriyet logosunun üzerinde tanıdık bir insanın fotoğrafı, Osman Can. Fotoğrafın üzerinde ise sürmanşet: ’Yargıda savaş bel altına indi.’
’Yargıda savaş bel altına’ inmiş falan değil, ’bel altına inen’ Hürriyet gazetesinin kendisi.”
Pembeleşse yeterdi
İlahi Cengiz Çandar...
Sen şimdi... Bazı gazeteler, insanların karılarının, kocalarının, kızlarının, anne-babalarının hayatlarını didik ederken, boy boy fotoğraflarını yayımlarken, hiçbir suç unsuru barındırmayan ama rastgele, orasından, burasından yayımlanınca “yuva yıkan” konuşmaları roman gibi tefrika ederken, bu topluma hemen her gün askerlerin, akademisyenlerin, siyasilerin yatak odalarından naklen kara propaganda yaparken, öyle “savaşın bel altına indiğini” itiraf ederek filan da değil, haklı bir mücadele yürüttükleri savıyla primitif iddianameler yazarken, pembeleştiğine dahi şahit olmadığımız suratının şimdi kızardığını mı söylüyorsun?..
Bohçacı kadınlar gibi
Sen şimdi... Bohçacılar gibi, birileri “kulağını” sokmasa, iki kişi arasında belli ki mezara gidecek olan en “mahrem” sözleri ortalığa saçarak, arkadaşları, meslektaşları birbirine kırmaya çalışanlardan değil de, çarşaf çarşaf ithamlardan sonra hastanelik olan ve umutsuzca, vefat ettiğini bilemeden abisinin ziyaretine gelmesini bekleyen İlhan Selçuk’un adını duyunca değil de, aşk mektupları gözaltına alınan Türkan Saylan öldüğünde değil de, babası -yorum o ki- “kahrından” ölen Mehmet Haberal’a bakınca değil de, kızı intihara sürüklenen Levent Ersöz’den behsedilince değil de, neredeyse karısından boşanması için kampanya başlatılan Osman Paksüt’ü görünce değil de, “karısı aldatıyordu” haberlerine dayanamayıp intihar eden askerin vicdan yükünden değil de... Ve hala bütün bu insanların adlarını “suçlu” olduklarını varsayarak anarken değil de, öyle anmayı sürdüren gazetelere destek çıkarken değil de, sadece Hürriyet’i okurken utanç duyduğunu mu söylüyorsun?..
Sen şimdi... Yüzlerce insanın namusunu, onurunu, şerefini, ahlakını, ailesini, dününü, bugününü, yarınını lekeleyen kampanyadan, neredeyse üç yıldır rahatsız olmuyorsun da... Bu kampanyanın karargahı gibi çalışan Taraf’ın “bir gün gerisinde kalmayı”mı yediremiyorsun kendine?...
Berberoğlu’na açık tehdit
İlla bir şeyden utacaksan, sen önce şu satırlarından utan Cengiz Çandar: “Enis Berberoğlu, Başbakan’ın dış gezilerine sürekli katılıyor. Başbakan’ın ’duyarlılıkları’nı yakından seziyor olmalı. Dün edebiyat dünyasının şahsiyetleri önünde konuşurken, ”Ben Orhan Pamuk’a reva görülenleri elbette unutmuyorum. İfade özgürlüğü daraltıldıkça sorunların çözüm imkânı o kadar zorlaşmıştır“ dedi.”
Hürriyet gazetesinin arşivine bakın, anlarsınız. Enis Berberoğlu, bu ’sicili’ bir nebze düzeltirsin diye umut etmiştik. Hata mı etmişiz? Hata etmediğimizi göstermek için fırsatlar tükenmiş sayılmaz. Enis Berberoğlu, faili kendisi değilse ki, sanmayız, bu son ’suikast’ın failini ’adalet’e bir an önce teslim etmelidir.
Bir gazeteci için, bir başka gazeteciyi, sırf yaptığı haberin ucu “tanıdık” birine dokundu diye, Başbakan’la korkutmaktan daha utanç verici ne olabilir?
Bence hazır yüzü kızarmaya başlamışken, aynaya bakmalı Çandar. Sahibi tarafından katledilen bir “kişilik”ten geriye ne kaldığını görür belki.. Belki de, hiçbirşey göremez, kimbilir!
++++++
Hitler’in parti mahkemesi
William Shirer’in “Nazi İmparatorluğu” adlı kitabının 348 ve izleyen sayfalarını okuyoruz... Adalet Müşaviri Dr. Hans Frank yargıçlara sesleniyor: “Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi?”...
Bazı yargıçlar yine de hukuktan tamamen vazgeçmemiş. Mesela 1934 Mart’ında Reichstag yangınının dört komünist sanığından üçünü Reichsgericht yani Alman Yüksek Mahkemesi beraat ettirmiş. Bu olay Hitler ve Goering’i o kadar öfkelendirmiş ki... Vatana ihanet davaları yüksek mahkemeden alınmış, Volksgerichtshof yani “halk mahkemesi” adı verilen yeni bir mahkemeye verilmiş. Okuyoruz:
“Yeni mahkeme kısa sürede ülkenin en korkunç mahkemesi oldu. Mahkemede meslekten gelme dört yargıç vardı; öteki beş yargıç partilerden, S.S’lerden ve ordudan seçilmişlerdi. Böylece çoğunluk meslekten gelmeyen yargıçlarda oluşuyordu.”
Devam ediyor:
“Bu korkunç halk mahkemesinden bir süre önce kurulmuş olan bir başka mahkeme daha vardı; Sondergericht yani Özel Mahkeme... Siyasi davalara bu mahkemeler bakardı. Amacı, 21 Mart 1933 tarihli kuruluş kanununa göre, ’hükümete karşı girişilen gizli saldırı olaylarına’bakmaktı. Özel mahkemelerde üç yargıç vardı ve bu yargıçlar her zaman güvenilir parti üyelerinden seçilirdi...”
Mahkemeleri partiye bağlamak... Çoğunluğu yargıçlardan oluşmayan mahkemeler kurmak... Siyasi çıkarları hukuk diye yutturmak... Bugün bazı kafalar hâlâ o sistemlerin peşinde...
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Bu trajedilerin hesabını tarih soracak
Aynı haberler Cumhuriyet’te de çıktı, ama ben yazıya bir gölge düşmesin diye NTVMSNBC’nin metinlerini kullandım. 10 Nisan 2010 tarihindeki haberden: “Duyumlar gazeteci tarafından yazıldığında darbe mi olur?” diyen Balbay, gazetecinin haberi nedeniyle tutuklanmasının bir sansür olduğunu dile getirdi. Balbay, “Genç subaylar tedirgin” haberini anımsatarak, “Bir gerilimi okurla paylaşmak suçsa, bu suçu işledim.” şeklinde konuştu. Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu’nun yeni yayımlanan “Karargâh” adlı kitabında 61 belge olduğunu, bunların 26’sında gizli ya da çok gizli ibaresi bulunduğunu vurgulayan Balbay, “Belgelere dayalı gazeteciliği Balbay yapınca suç, Baransu yapınca ödül mü vereceğiz? Aynı işi yapan iki kişiden biri ödüllendirilirken ötekinin tutuklanmasına, hukuk devletini bir yana bırakalım, yargı, yasa devleti diyebilir miyiz?” diye konuştu. Herkesin kendisine göre bir hikâyesi olduğunu ifade eden Balbay, “Tutuklandığımda oğlum 9 aylıktı, şimdi 2 yaşında. Dayanamıyorum, görüşmeye çağırıyorum, aradaki camı pencere sanıp açmaya çalışıyor. Kızım, babaları hapis yatan, cinayete kurban giden çocukları inceliyor. Bu bir sosyal olgu. Elinizi vicdanınıza koyun” dedi.
Gazeteci olarak topluma karşı görevini yaptığını ifade eden Balbay, “Sizler beni iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılıyorsunuz. Ben gazeteciyim diyorum. Bu yasa maddeleri bize uygulanmayacaksa biz başka yasanın çocukları mıyız? Vicdan, kanaat bize uygulanmayacaksa biz başka Tanrı’nın çocukları mıyız?” diye konuştu.
Bir insanın, bir babanın, bir gazetecinin 21. yüzyılda Türkiye’de yaşadığı trajedinin anahatlarını aktardım sizlere.Bu ve benzeri trajedilerin hesabını tarih kimlerden soracak?
* Emre Kongar / Cumhuriyet
++++++
Eski MİT’çiden yenisine nasihatler
Ülkemizde şimdiye kadar görülmemiş boyutta yargılamalar yapılıyor. Büyük operasyonların yürütüldüğü izlenime sahibim. Yaşadıklarımızın önemli özelliği suç teşkil eden faaliyetlerin devlet kurumları tarafından ortaya çıkarılmamış olması ve daha çok ihbarlar ve tanıklar yoluyla bu eylemlerden haberdar oluşumuzdur.
Ortaya çıkan belgelerin uzun bir zaman dilimini kapsaması ve çeşitli alanlardan elde edilmiş olması bunun bir ya da birkaç kişi tarafından ortaya çıkarılmış olma ihtimalini zayıflatıyor. Bu belgelerin sistemli ve bilinçli bir çalışmanın ürünü olduğu kanısını uyandırıyor.
Olayların bir güç odağı tarafından ve belli bir siyasi amaç için yapılmış olması boyutu üzerinde durulmamaktadır.
İstihbarat servislerinin önemli özelliği ne ülke içinde ne de dünya ölçeğinde siyasi ve ideolojik tercihlerinin olmamasıdır.
Ülkemizin en önemli eksiği yabancı ülke servislerine karşı kimin karşı operasyonlar düzenleyeceğinin belirlenmemiş olmasıdır. MİT’teki yeni dönenin bir akıl çağı olmasını diliyorum. Bugüne kadar poker oynar gibiydik ve karşı tarafın elini bilmiyorduk. Artık oyunu bir satranca dönüştürmeli ve apaçık olan satranç tahtasında akılla galip gelmeliyiz.
* Mahir Kaynak / Star
++++++
Hamamın da bir namusu var
Devlet büyüklerimizin “Türkiye Cumhuriyeti’ni kaynağı belli olmayan paraların yıkanma hamamı haline getirmeleri” müşteriler arasında duyuldu. Geçen hafta yüzü ve ismi saklı bir Türk, hamama 7.1 milyar lira, yaklaşık 5 milyar dolar birden soktu.
Ödedi yüzde 2 tarifeyi! Bir hamam sefası yaşadı. Kara parasını keseledi, yıkadı. Kim bu yüzsüz Türk! Niçin yüzünü saklıyor? 200 yıldan beri dünya para trafiğinin lider merkezi olan Londra’da bankaların yıkamadığı para, Türkiye’de niçin hamama girmeyi kabul etti?
Medyanın çok güvenilir yazarları, “dededen-babadan varlıklı aile çocuğudur, Türkiye’nin Sorosudur” türü zenginedalkavukluk yazıları yazdılar ama nedense açıklamadılar, açıklamıyorlar.
Para geldi, yıkandı, aklandı. Türkiye’de kalacak mı, geri gidecek mi? 5 milyar dolar gibi yüksek parayı kazanan yüzsüz Türk, eğer parasını Türkiye’de tutacaksa onunla neler alacak? Özelelştirmeye mi odaklanacak? İGDAŞ’ı, Şeker Fabrikaları’nı, İstanbul Belediyesi’nin otelleri ile kıymetli arsalarını mı kapatacak?
* Necati Doğru / Sözcü
++++++
‘Nasılsa yuttururuz’
Halk nasıl alacak demokratik hakkını? “Milli irade”yi ağızlarından düşürmeyenleri “milli iradeyi Meclis’e yansıtmaya” nasıl zorlayacak? Vallahi aklıma; “Bunları yapmadığınız takdirde referanduma da, gelecek seçime de katılmıyoruz” demenin çözüm olacağı geliyor. Ama Türkiye’de; futbol takımı tutar gibi parti tutulan, kutuplaşmaların had safhaya çıktığı, toplumun kendi çıkarlarını gözetemediği bir ülkede çok zor.
Bunu bildikleri için de “Nasılsa unuttururuz, yuttururuz” mantığıyla, karambole getiriyor, demokrasisiz seçimleri dayatıyorlar.
Yerseniz!
* Ruhat Mengi / Vatan
++++++
Dava sonuçlanmadan nedir bu telaş!..
Cumhuriyet Gazetesi’ndeki sevgili arkadaşlarım, durup dururken Mustafa Balbay’ı Ankara temsilciliğinden alıp yerine yeni bir meslektaşımızı tayin etmenizi anlamadım.
Anlamadığım için de, Cumhuriyet’e
yakıştıramadım.
Lütfen bize izah edin.
Daha mahkeme bitmeden, karar verilmeden nedir bu telaş? Sizin bilip de bizim bilmediğimiz bir şey mi var?
İlk müebbet cezası
Mustafa Balbay’ın o sözleri bana dokundu. Çok dokundu.
İsterseniz birlikte bir daha okuyalım:
“İlk müebbet cezamı aldım. Artık Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara temsilcisi değilim, bunun böyle bitmesini istemezdim. Hiç kimse makamlara zamkla yapışmış değil. Ama bu şekilde bitmesini istemezdim. Makam olarak ilk müebbet hapsimi almış bulunuyorum.”
Ya hemen arkasından gelen şu sitem, sevgili arkadaşlarım, size hiç mi koymadı mı, hiç mi ağırınıza gitmedi: “Gazeteciliğin en önemli makamının muhabirlik olduğunu düşünüyorum. Kalemimi, gücümün yettiğince kullanacağım. Oradan da müebbet almamayı diliyorum.”
Sevgili arkadaşlarım, Balbay’ın “Oradan da” diye kastettiği şeyin ne olduğunu herhalde anlıyorsunuz değil mi?
Gazeteden atılmak...
Demek ki bu karar onda böyle bir duyguyu da yaratmış.
Makam daha mı tehlikeli
Şuna inanın kesinlikle suçlayıcı bir havada değilim. Cumhuriyet’in iç meselesine burnumu sokmak gibi bir haddimi bilmezlik haletiruhiyesi içinde hiç değilim.
Ama, sadece bir okuyucu olarak bu duygularımı saklayamıyorum. Bizlere bu tayini anlatmanız lazım.
Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuldu?
Köşesini yerinde tutuyorsunuz, makamını alıyorsunuz. Makam yazıdan daha mı tehlikeli, daha mı acildi?
Sevgili İbrahim, Cüneyt Abi, Emre
Hocam, Alev Bey, sevgili Hikmet, sevgili Ali Sirmen, sevgili Orhan Bursalı.
Ve bütün öteki arkadaşlarım.
Diyorum ki, “Ben bunu anlamıyorum.”
Ama bu ben’im. Duygusal bir adam işte.
Bunun rasyonel bir izahı vardır elbet diye düşünmek, inanmak istiyorum.
Cumhuriyet bir fikir gazetesi.
Köşesini sembolik olarak boş bırakmanın bir manası var diyorsanız, makamını da tutmanın bir manası olmalı değil mi?
Silivri’deki sitem bana çok koydu.
Eminim sizlere de dokunmuştur.
* Ertuğrul Özkök / Hürriyet
++++++
MİNİ YORUM
İroni
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Hasan Cemal ve Taraf gazetesini “Birlikte Yaşama Ödülü”ne layık bulmuş. Darbe zemini oluşması için orduevi bombalamayı planlayan, toplumu kamplaştırmak için suçsuz insanların üzerine “cinayet” suçu atan bir provokatörle, devletin kurumları arasındaki ilişkiyi yay gibi geren bir provokatör fabrikasını ödüllendirdiklerine göre, ironi yapmaya çalışmış olmalılar...