Orta Çağ’da Doğu...
Üç yıl önce de bu konudan söz etmiştim... Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken Doğu, özellikle İslam dünyası apaydınlıktı. İslam coğrafyasında özellikle 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar süren bilimin yaşandığı aydınlık dönem daha da ilginçti. Çünkü bu aydınlık iklim, sadece Doğu’yu değil Avrupa’yı da etkisi altına almıştı. O dönemde özgür ve özgün bilimsel çalışmalar için Doğu, dünyada tek mekândı. Söz gelimi, Hıristiyan devletlerin baskısından yılan bilim insanları Doğu’ya kaçıyorlardı; Harran (Urfa), Bağdat, böylesi bilim insanlarıyla dolup taşıyordu. Orta Çağ’da Avrupa, yeterli özgün bilgi üretimi yapamıyor; bilimsel bilgiler konusunda daha çok Doğu’dan besleniyordu. Avrupalılar, Adalar Denizi (Ege) çevresi eski düşünürlerinin kitaplarını Yunanca’dan değil, daha çok Arapça çevirisinden Latince’ye çeviriyorlardı. Diğer yandan, Tıp biliminde İbn Sina’nın kitapları, kimya konusunda Câbir Bin Hayyan’ın eserleri, Türk çocuğu Farabî’nin, Harizmî’nin -bilim tarihçisi George Sarton’un “her çağın bilgini” dediği- Birunî’nin ve daha pek çok İslâm bilgininin çalışmaları, Doğu aydınlığını besleyen ışıklardı.
Doğu, sadece fen, matematik, gök ve tıp bilimleri konusunda değil; insana bakış ve zihniyet açısından da klasik Orta Çağ anlayışının çok ilerisindeydi. Bu ‘ilerilik’ günümüzle yarışacak değerdeydi. Bir başka deyişle; günümüz dünyasının pek çok yöresinde yaşanmayan ileri zihniyet iklimi ve yüksek insan anlayışı; ilginçtir, Orta Çağ’da, Doğu’da yaşanıyordu. Aynı dönem Avrupa’sında ise değil din ayrılığı; aynı dinin insanları arasındaki mezhep ayrılığı yüzünden insanlar kitleler halinde katlediliyordu.
12. yüzyılda Müslüman bir devlet başkanı, Hıristiyan bir din adamına gönderdiği mektupta, Hıristiyan bir devlete karşı kazandığı zaferden söz ederken, “Bu zaferi Allah sizin duanızla da bize nasip etmiştir” diyebilmiştir. (Tarih: 1176. Mektubu gönderen Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Kılıçarslan. Mektubu alan; Malatya Mar Barsuma Manastırı Patriği Süryani Mihael.)
Yine aynı dönemde, yine Malatya’da Hıristiyan mezarlığı yakınında kurulan pazar yerinde, İranlı Müslüman bir tüccar mezarlıktan kırdığı Haç’ı oturmak için altına alınca, devrin Türk Valisi tarafından eşeğe ters bindirilerek şehirde dolaştırılıyor; sonra da apar-topar İran’a gönderiliyor.... (Ama günümüzün sözde uygar-inanca saygılı Avrupalının bir parti başkanı Hz. Muhammed’i aşağılayan film çekebiliyor!)
Orta Çağ’daki Doğu aydınlığı konusunda inançlara, dolayısıyla insana saygı açısından pek çok örnek vermek mümkündür. Söz gelimi yine şu olay çok ilginçtir: 11. yüzyılda Sultan Melikşah ve Nizamülmülk, farklı mezhepten olan Ebû İshâk Şirazî’ye, Nizamiye Medresesi’ne ’profesör’ yapmak için ortak bir davet mektubu gönderirler. Bu mektupta, Şirazî’ye hitaben; “Burada rahat çalışacaksınız; çünkü biz bu medreseyi bir mezhebi savunmak için değil, bilimi yüceltmek için kurduk” demektedirler... Böylesi bir hoşgörüyle örülü bir anlayış ikliminin varlığı karşısında -Ortaçağ karanlığına gömülmüş bir dünyada- ‘Doğu aydınlığı’dan söz etmek gereksiz bir abartı olabilir mi?
Bir gerçek daha var ki; yaşadığımız zamanda kimi coğrafyalarda sürüp giden sömürüler ve insanlık dışı uygulamalar karşısında; Orta Çağ’da Doğu’da yaşanan hoşgörü ikliminin değerini çok daha iyi anlayabiliyoruz. Günümüzde tanık olduğumuz vahşetlere bakınca, geçmişte yaşanmış bir hoşgörü iklimine özlem duymamız; insanlık adına bize acı vermektedir.