Onursuzluğun sosyal sebepleri
Günümüz dünyasına; “Karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit” yapan bir mekanizma hâkimdir.
Bu yapı insanların dikkatlerini ezilenden değil ezenden yana çevirir. Önemi ve ilgiyi onurlu insanların değil konforlu insanların üzerine çevirir. Himayeler örsten değil çekiçten yana taraf olur. Önemlilik “erdem” den yana değil “güçten” ten yana kayar.
Güç ve statünün ölçü haline geldiği bu ortamların içinde yaşayan insan, her yönden gelen yoğun bir “gürültünün” esiri hatta kurbanıdır. Kargaşanın ardında bütün kitle iletişim araçları vardır.
Uygarlığın ürünü olan bu araçlar, insanları sanıldığının aksine daha akıllı ve ahlaklı yapmazlar. Ne yazık ki tam tersine, giderek insanları daha çok şaşkın ve aptal bir hale getirirler. Sonuç olarak insan, birçok olumsuz etkilerin suçsuz kurbanı haline gelir. (Fromm; 1990, 228)
Modern insanın içine itildiği ilişkiler ağı onu küçültmüş ve ruhsal açıdan zedelemiş olduğu için, kültür yeteneği de çok azalmıştır. Scehweitzer sanayi çağının insanının “bağlı, mükemmellikten uzak, gücünü belirli bir noktaya toplayamayan ve insancıllıktan tümüyle uzaklaşma tehlikesi ile burun buruna” yaşadığını söylemektedir.
Çoğu kimse, özgür ve onurlu düşünüp davrandığında büyük belalara uğrayınca çareyi mevcut şartların gerçeklerine uymakta bulmuştur. Zira 20. Yüzyıl; bilmeyen, düşünmeyen ve hissetmeyene mutluluk verirken; düşünen, duyan, sezen ve hissedenlere sıkıntının her türlüsü ile mutsuzluğu sunmaktadır. Zayıf kişilikler kas ve kafa gücünü kullanarak güçlükle ulaşılması ancak mümkün olan konfora, onurunu feda ederek daha kolay yoldan ulaşılacağını artık görmüşlerdir. Fert kendi ayakları üzerine yürümenin ve vücudunu kendi ayakları ile taşımanın zorluğuna karşın, başkalarının ayak, akıl ve enerjisine tutunmanın dayanılmaz kolaylığını tüm yapısında duymaktadır.
Soyut ve karın doyurması mümkün olmayan bir onura karşılık, her türden zevk, şöhret ve para kapıda beklemektedir. Düşüncenin bağımsızlığından ve kişilikten taviz vermeye başlayınca bu tutum, şahsiyetin bir parçası halini alır. Madem ki kişi, inandığı, duyduğu ve hissettiğini yaşayamamaktadır; o halde yaşadıkları gibi duyma, hissetme ve inanma mekanizmasına teslim olmalıdır.
Mutluluklarını ve başarılarını sahip olduğu ya da tüketebildiği mallarla ölçen toplumlar, bir anlamda onurunu konforuna teslime hazır insanlardan meydana gelmiş toplumlardır.
Kuşkusuz mevcut yaşantımız sırasında kullandığımız eşyalar, karşılaştığımız insanlar, mal, mülk, törenler, iyi davranışlar, bilgiler ve düşünceler; bütün bu unsurlar, kendiliklerinden kötü değildir. Onları kötü yapan, çekilmez kılan, fetiş hale getiren, özgürlüğümüze düşman eden, bizim onlara karşı olan tutkumuzdur. Bizim eşyaya yaklaşım biçimimiz, onlara tutunarak ayakta kalmaya çalışmamız, kendimizi eşyanın zincirlerine tutsak etmemiz sonucunu doğurur. Yanlış olan “ava gidenin avlanması” dır, ya da sahip olmaya çalışan insanın farkında olmadan sahip oldukları tarafından kullanılmasıdır!
Olmak deyince akla hayat, canlılık, doğum, yenilenme, verimlilik ve etkinlik gibi şeylerin geldiğini söyleyenler vardır. Bu anlamda olmak sahip olmanın, yani bencillik ve menfaatine bağlılığın tam karşıtı olarak görülmektedir. Tasavvufi anlamda olmak, “ete kemiğe bürünmek”, insan diye görünmektir. Yani insanın kendisini bilmesidir. Bu durum, maddenin manayla zenginleştirildiği, özün kabuğa, için dışa, gerçeğin görüntüye hâkim olduğu bir süreçtir. Olmanın ruhu ve insanı yücelttiği, sahip olmanın ise geçiciliğin kalıcılığa, bedenin ruha egemenliğini öngördüğü için insanı ve ahlakı çökerttiği bir gerçektir. Sahip olmak, geçici tatmin ve zevk sağlayan bir imkânlar setini insanlara sunar.
Ancak unutulmamalıdır ki; her zaman ve şartlarda sanallık, banallık, soysuzluk da sonsuzluk değildir.