O’nun kaşları kara, benimki sarıydı...
Pazar gecesi Silivri’ye doğru yola çıkarken içimde tarifsiz sevinçler yüklüydü.. Yıllardır özgürlükleri gasp edilen dostlarımın tahliyelerinde karşılama görevimi yerine getirdikten sonra ihmal ettiğim sevdiklerime vakit ayırabileceğimi umuyordum. Memleketin karşı karşıya kaldığı kuraklık tehlikesine inat yağmur bardaktan boşalırcasına yağarken, “Suskun bıçaklar kında.. Bulutlar alkış tutun.. Yağacak en mutlu yağmur yakında...” dizelerini terennüm ediyordum. Çağlayan Adliyesi ile Silivri zulümhanesi arasındaki hatta dönen katakulliye rağmen umudumuzdan hiçbir şey yitirmeden inançla ıslanıp tahliyeleri bekledik.. İlk gelen Kuzey Irak operasyonlarının efsane ismi Levent Göktaş’tı. Göğüs kafeslerimizi fermuar gibi açıp bir birimizi içine sokarcasına kucaklaştık. “Yavuz; onlar kaybetti.. Biz kazandık..” dedi önce. Yıllarını aynı hücrede geçirdiği SAT Komandosu Levent Bektaş birkaç ay önce tahliye olmuş ama yüreği Silivri’de kalmıştı. Üçümüzün hasretle birleşen ellerimizi ayırmak mümkün değildi.. “Birkaç gün sonra kumpasın hesabını sormak için hukuk büromuzu açıyoruz.. Ekibin içinde sen de varsın, hazırlan..” talimatını veren Levent ağabeyimi uğurlarken Av. Kemal Kerinçsiz’in gelmek üzere olduğunu öğrendim. Türk Hukuk tarihine abide olarak geçecek olan Kerinçsiz, sağanak yağmura rağmen kararlı konuşmasıyla titretti Silivri duvarlarını.. Yürekten kucaklaşırken şahsıma yönelttiği iltifatlara kulağımı tıkadım. Sonuçta onlar aslanlar gibi yatmış, biz de dışarıda onların mücadelesini aktarmaya çalışmıştık.. İki hafta önceki ziyaretimizde “Seni gelip buradan alacağız” sözlerimi hatırlatarak özlemle sarıldı Oktay Yıldırım.. Adam gibi adamın oğluyla tanıştım önce, oğlu ile beraber sarıldım Silivri’nin filozofu Mehmet Demirtaş’a.. Tuncay Özkan’a yanındaki izdiham yüzünden yaklaşamasam da nabız atışlarımız birlikteydi.. Kızı Nazlıcan’a sarılıp gitti.. Veli Küçük Paşa’nın hem oğlu hem de kızı olan Zeynep Abim ve annesiyle aile sıcaklığı ile kavuşurken, yazışmalardaki aksaklık sebebiyle çıkışının ertesi güne kalışına çok da aldırmadık. Bu süreçteki duruşlarıyla heykellere taş çıkartan anne ve kızı Küçük’ler tüm tutuklu ailelerinin gönlünde zirveye ulaşmıştı zaten..
Hikmet Abi geldi sonra.. Yanında kızı ve oğlu.. Bu defa sözünü tutmuştu.. “Çıktı ve geldi” diye fısıldadım.. Masmavi gözlerinde onca yıllık mahpus hayatının ve geride bıraktıklarının hüznü vardı Çiçek’te.. Altı yıllık birikimleri olan kitaplar, dosyalardan oluşan mahpusluk eşyalarını Ankara’ya götürme görevini bizim araç yüklendi. Etrafında binlerce fedaisi ile “Kınından çıkmış kılıç gibiyiz” diyen Doğu Perinçek ile bir müddet sonra göz göze geldik.. Uzanıp, kerpeten gibi sıktı elimi.. “Sağ ol Demirağ” teşekkürüne, “Toprağımız-vatanımız Allahımızdır..” cevabını verebildim. O gece Türkiye uyumuyordu.. Hasan Atilla Uğur ve ailesiyle selamlaşıp ertesi günü Deniz Yıldırım, Kemal Alemdaroğlu, Tuncer Kılıç, Mehmet Eröz, Nusret Taşdeler, Hurşit Tolon, Veli Küçük, Aykut Mete Şükre, Sevgi Erenerol ve diğerlerinin tahliyesini beklemek üzere Silivri’den ayrılırken Okmeydanı Hastanesi’nde son defa kriz geçirdi Berkin.. Kim bilir tahliyeleri hissetti minicik kalan bedeninde.. Sabah uçup Tanrı’ya ulaştığı haberi burktu yüreğimizi.. Bir an onun yaşlarına döndüm.. 10 Eylül 1977 tarihine vardım..
Aylardan Ramazan günlerden Kadir Gecesiydi.. O yıllar plastik poşetler nadirdi.. Anam ip örmesi fileyi elime tutuşturup geniş ailemizin iftar yemeği için pide almaya göndermişti beni.. Sıcak pide ile iftar açmanın lüks sayıldığı yıllardaydık. Ankara Demetevler’de çatışma çıktı. Gazi Üniversitesi’nden diplomasını alalı üç gün olmuştu Erdem ağabeyin. Gözlerimizin önünde vurdular. Düşmedi önce.. Yaralı olduğu halde arkadaşlarını kurtarabilmek gayretiyle silahlı teröristlere taş atıyor, zaman kazandırmaya çalışıyordu.. Sağ eli bir süre havada asılı kaldı.. 1.95’lik bedeni yığıldı betonun üzerine. Tek kapılı kaplumbağa arabaya sığdırmaya çalıştık. Ankara Numune Hastanesi’ndeki sedyede güzeller güzeli yüzüne beyaz çarşaf örtüldüğünde attığım çığlık halen yankılanır koridorlarda.. Adını oğlumda yaşattığım Erdem Ağabey 36 yıldır Düzce’de yatıyor.
Nihat Genç’in “Ey gökler, ey kuşlar, ey sokaklar, O kapkara kaşları unutacak mısınız?” yazısındaki feryatlar arasında bugün(dün) Berkin’i uğurladık.. Ekmek almaya gitmişti Berkin.. Ben de pide almaya gitmiştim 36 yıl önce.. O’nun kaşları karaydı.. Benimkisi sarı.. Berkin uyanamadı Türkiye.. Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil...