Onca kıvranma işe yarasaydı bari
Hem “gündemdışı” hem de “sayfa boyu” yazdığını görünce demek ki mesele mühim dedik, son satırına kadar okuduk Ekrem Dumanlı’yı.
Yazmamış, kıvranmış adeta.
Hani bir zamanlar bir Banu Güven vardı; bir lafı söyleyecek gibi yapar yapar da bir türlü o iki dudağının arasından çıkaramazdı. Ne “sancılı” anlardı.
İşte tam böyle bir vak’ayla karşı karşıya kaldık. Bir derdi var belli; Mevlana’dan girmiş Firavun’dan çıkmış, dilbilimcilerin keşfettiği bütün söz sanatlarını kullanmış, teşbih yapmış, istiarenin doruklarında dolanmış, kinayede zirveye çıkmış, kişileştirmeye uzanmış, intaktan faydalanmış ve en sonunda annelerimizin “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” metodunda karar kılmış o iki lafı edebilmek için:
“Sen kimsin?”
Ama yok şuncacık soruyu bir türlü “tapınacak hale getirilen, egosu şişkin” asıl muhatabına yöneltememiş:
“Farz edin ki bir işadamısınız; dünyadaki ticari hareketlilikleri saniyesi saniyesine takip ediyor, “verimlilik”, “ölçülebilirlik” gibi modern işletme biçiminin ışıltılı kavramlarıyla şirketler yönetiyorsunuz. Ve bir duygu kavuruyor içinizi. Önce fısıltılar halinde duvarlarla paylaşıyorsunuz başarınızı; o ses yankı yaptıkça büyülüyor sizi ve daha gürül gürül konuşup “tırnaklarımla geldim buralara” demeye başlıyorsunuz. Size kader rüzgârlarını hatırlatmak isterse bir dostunuz; ya da lütuflardan bahsederse bir yâranınız ‘kariyer planlamanız’ın ve ‘stratejik hamleleriniz’in küçümsendiğini düşünüyor, alınganlık gösteriyor, yalnızlaşma sürecinin size dayattığı kalabalıkların teveccühüne sığınıyorsunuz ve kendi sesine âşık bir bülbül edasıyla “Ben kendi ilmimle kazandım” deyiveriyorsunuz. Ve hatırlamıyorsunuz ki bu cümleyi Karun telaffuz etmişti yüzyıllar önce ve Kur’an nakletmişti her asra, her nefse hitaben. Heyhât!
Farz edin ki eliniz kalem tutuyor yazılar yazıyorsunuz... Yazdığınız yazılar, irad ettiğiniz nutuklar insanların hoşuna gidiyor. Fikir çilesi çekmenin doğum sancıları içinde sarf ettiğiniz sözlerin uyardığı yankılanma gittikçe gerilerde kalıyor ve daha şaşaalı, daha mutantan laflar arıyorsunuz. Buluyorsunuz da! Ekranlara konuk oluyor, belki milyonlara hitap ediyorsunuz. Sonra bir kasırga kaplıyor her zerrenizi: Güneş arkanızdan vurdukça boyunuzun uzadığını, gölgenizin heybet abidesi haline geldiğini görüyor ve sadece gölgeden ibaret olan o görüntünüze hayranlık beslemeye başlıyorsunuz. Samimi ve hasbî sözlerin yerini artistik cümleler alıyor. Gittikçe özünüzden uzaklaşırken egonuzun müheykel baskısı altında kendinizi, varlık sırrından ve yaratılış hikmetinden uzaklaştırıyorsunuz...
Farz edin ki siyasete atılmışsınız. Farz edin ki bürokratsınız... Farz edin ki eğitimcisiniz...”
Yazının tam burasında “yeter ama” dedim kendi kendime... Madem tam sayfa tavır koyacak kadar ağırına giden bir konu niye eveleyip geveleyip de bir türlü dilinin altındaki baklayı çıkaramıyorsun?
Yazık değil mi, altı üstü üç sözcükten oluşan bir isim işte; ben söylemeyeyim ama herkes anlasın, ucu bana dokunmasın kaygısıyla yazık değil mi binlerce harfi israfa?
Dilinin altından başı gözüken harfleri yazıyorum bak:
R... T... E...
“Tabular”ı yıkmaya, “tarihi”i ters yüz etmeye, “darbeciler”in anasından emdiğini burnundan getirmeye, devlet yıkıp devlet kurmaya cesareti olan bir “benlik”ten korkacak değil ya; tamamlar herhalde gerisini!
Biz ahlaksız mıyız yani
Suriye politikasını “kumar” olarak nitelendiren Taha Akyol’u arayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Kumar değil, ahlaki tercih” demiş; Saraybosna’da insanlar öldürülürken ne hissettiyse Suriye’deki ölümlerde de onu hissettiği için Suriye’deki kıyıma sessiz kalamazmış.
Bir:
Davutoğlu’na göre, yığınla politik, ekonomik, kültürel, toplumsal, milli, stratejik, jeostratejik vb. nedenle Türkiye’nin kendisini Suriye ateşine atmasına karşı çıkanlar “gayrıahlaki” mi oluyor bu durumda?
İki:
Suriye ile Saraybosna arasında “insanlığa karşı işlenen suçlar” açısından denklik kuran Davutoğlu (sonuçta bakanlıktan önce de danışman sıfatıyla iktidarın parçasıydı) aynı acıyı Irak’ta, Afganistan’da, Karabağ’da yaşamadı mı ki “Dur” diye kendini ortalığa atma gereği hissetmedi!
“En tehlikeli ve zalim ideoloji dinciliktir!..”
İnsanlık deizme sığınmak zorunda kalacaktır...
Evet, insanlık buna mecbur kalacaktır, öncelikle Müslüman kitleler buna mecbur kalacaktır. Batı, laiklik sayesinde dinciliğin ağır yıkımından büyük ölçüde kurtulmuş durumdadır. Ama İslam dünyasının böyle bir şansı yoktur. İslam dünyası dincilik belasının kahrından kurtulmak için mutlaka bir çare arayacaktır. Çünkü İslam coğrafyalarında din adına hayatı cehenneme çeviren dinci tasallut her gün biraz daha güçlenerek kitleleri hegemonyası altına almaktadır. Hem Allah’a imanını korumak hem de dinci zulüm ekiplerinin günlük hayata tasallutundan uzak kalmak isteyenlerin bir sığınağa ihtiyaçları vardır. O sığınak, deizm olacaktır.
Haçlının getirmek istediği yer
Mâûn suresi dinciliğinin lanetli riyakârlığı, hayatı giderek kuşatmakta ve hiçbir şer ideolojisinin cesaret edemeyeceği bir tasallutla günlük hayatı çekilmez hale getirmektedir. Haçlı emperyalizminin yıllardan beri Müslüman dünyayı, özellikle Türkiye’yi getirmek istediği yer burası olduğu içindir ki, sistemli bir biçimde laiklik ve Atatürk’ün altı oyuldu. Çünkü bugünkü dünyada dinci tasalluta karşı tek sığınak laikliktir.
Laiklik, İslam dünyasında zaten yoktu; Türkiye’de de yok edildi. Şimdi laiklik öncesi dönemin ıstıraplı kulvarına yeniden girilecektir. Bu yeni dönemde, Allah’a imanında kararlı olan kitlelerin dincilik belasına karşı donanım ve şuur kazanmalarında deizm tek ve kaçınılmaz yol olarak görünüyor. Bu yol, hiç değilse Allah’a imanınızı korur. Sahte dini yaşamaya kalktığınızda ise ya tahammül edemeyip ateist olursunuz yahut da tahammül etmek adına akıl ve insanlık değerlerinden koparsınız. İkisi birbirinden kötüdür.
Deizm, böyle bir durumda en ideal kurtuluş yoludur.
Kurtuluş yolu...
Gerçek dini yaşama şansı kalmayanlar Kur’an’ın ruhuna ve beklentilerine uygun olan bu deizm yolunu elbette ki devreye sokacaklardır. Kur’an o kapıyı boşuna açık tutmamıştır.
Deizm, dindarlığa karşı geliştirilmedi, dinciliğe karşı geliştirildi. Dinciliğin hayatı bir zulüm, şiddet, riya kasırgası gibi kuşatması karşısında Allah’a iman bir tek şekilde korunabilirdi: Dini temsil ettiğini söyleyen habis ruhlu, şerir ekiplerin tasallutunu hayatın dışına atmak. Bunun tek yolu ise bu adamların temsil ettiği dine hayatın günlük akışı içinde yer vermemekti. İşte deizm de budur. Dini temsil ettiğini söyleyen habis ve şerir ekipleri günlük hayatınızda bir biçimde söz sahibi yaptığınız anda hayatınız cehenneme döner.
Rüyalarınız bile kontrol eder
Hiçbir ideoloji, dinci tasallutun kurduğu hegemonyayı kuramamıştır, kuramaz. İdeolojilerin en kötüsü bile sizi nihayet evinizin kapısına, en kötü ihtimalle yatak odanıza kadar kontrol eder. Rüyalarınızı kontrol edemez. Ama dincilik sizin rüyalarınızı bile kontrol eder. Çünkü dinciliğin melekleri, cinleri, ermişleri, ilhamları, kerametleri, daha bilmem ne melanetleri vardır. Bütün bu unsurları sizin hayatınızı karartmak için kullanır. Daha da kötüsü, siz bu kullanımdan şikayetçi olmazsınız. Çünkü bu kullanım ‘Allah adına ve Allah rızası’ (!) diye yaftalanmıştır.
Zalim tezgah...
Dindarlar ve deistler kadar, insana saygılı ateistler de ortak bela olan dincilik karşısında bu gerçekleri bilerek mücadele edeceklerdir. Yoksa dincilik tümünü yerle bir eder. Dincilik dinsizliği, dini Allah’ın iradesine uygun olarak yaşamak isteyenlere rahat yüzü göstermemekte, onları dindışı ilan ederek kararsızlık ve perişanlığa itmektedir.
Samimi insanlar; dini, dinciliğin istediği gibi yaşasalar akılları, vicdanları isyan ediyor, gerçeğine uygun yaşasalar dinciliğin ithamlarından kurtulamıyorlar. Böyle zalim bir tezgahı, hiçbir ateizm ve zulüm ideolojisiyle kıyaslamak mümkün değildir. Bu kahır, Mâûn suresinin tanıttığı dinci dinsizlik tyarafından üretilmektedir. Bunun içindir ki, biz, insanlığın inanç tarihiyle meşguliyeti meslek edinmiş insanlar olrak şunu tespit etmiş bulunuyoruz:
İnsanlığın bütün zamanlarında, bugün ve yarın en büyük ıstırap kaynağı dincilik belası olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Bu belayı ikinci sıraya atacak bir musibete henüz rastlanabilmiş değildir. Sözün özü şudur:
İnsanlık, mutluluk, Cenabı Hakk’ın rızası ve nihayet gerçek din adına verilecek en onurlu ve en önemli mücadele dincilikle mücadeledir. İnsanlık bunu gerçek anlamıyla kavradığı ve gereğini yaptığı gün, ancak o gün, mutlu olacaktır.
Yaşar Nuri Öztürk / Yurt
Eziyet bir değil ki...
OdaTV Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Ergenekon soruşturmasını yürüten emniyet görevlileri ile hâkim ve savcıların katıldığı iftar yemeğine ilişkin fotoğrafları yayınladığı gerekçesiyle karar duruşmasına çıkacaktı. Eşi Özge Terkoğlu, avukatları, gazeteciler duruşma saatinde 12. Ağır Ceza’nın önündeydiler. Duruşmanın başlayacağı saatte haber geldi... Mahkeme duruşmayı beklemeden dosyayı ele almış ve davanın ertelenmesine karar vermiş... (...) İlginç olan... Kararın ne Barış Terkoğlu ne avukatları ve eşine duyurulmamış oluşuydu. Barış Terkoğlu cezaevi kamyonuyla getirilmiş, getirildiği gibi geri götürülmüş. Eşi ve arkadaşları da boşuna bekleyip geri döndüler. Eziyet bir değil ki...
Melih Aşık / Milliyet
Vatansever ihbarcı şimdi ne diyecek
Atabeyler diye adlandırılan dava sonuçlandı..
Beraat.. Derin devlete yönelik ilk operasyondu(...) Suçlamalar ağırdı..
Başbakan’a suikast planından..Hükümeti görev yapamaz hale getirmek için anlaşmaya kadar neler yoktu ki.. (...)
Operasyon nasıl başladı?
Vatansever rumuzlu e-postayla.. Bu iddialar ona aitti.. İhbarcı ilk vatansever oydu.. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.. Memleket bir anda e-postayla ihbar mektubu yollayan vatanseverlerden geçilmez hale geldi.. Vatanseverlerin mektupları gerçek muamelesi gördü.. Gazete manşetlerine taşındı.. Hatırlayın Atabeyler için neler yazılmamıştı ki!
Merak ediyorum.. Vatansever ihbarcımız nerededir, ne yapıyordur, ne düşünüyordur..
Mehmet Tezkan / Milliyet
CHP Kurultayı sonrası kim ne yazdı
‘Korsan’ liste skandalı
CHP’nin 34. Kurultayı gene ayıplarla geçti... Eski bazı kurultaylardan ne farkı vardı? Tertipler yapıldı, oyunlar oynandı. Umut bekleyen partililer yine yılgınlığa kapıldı.
Partinin hala bir ‘sistematiğe’oturtulmadığı görüldü; üyeler ve delegeler anlamsız bir şekilde birbirine düşürüldü.
Ne için? 1.5 yıl sonra yapılacak yerel seçimlerde yer elde etmek ve ‘adaylık’ satmak için mi? CHP’den Cumhurbaşkanı seçmek için mi, milletvekili sıralarında yer edinmek için mi?
Ne yazık ki, bu çekişmelerin içyüzünü bu kurultayda gördük.
Kılıçdaroğlu 98 kişilik ‘Demokrasi ve Değişim’ başlıklı anahtar liste çıkarıyor; ardından 52 kişilik ‘Demokrasi ve Değişim’adlı bir başka liste çıkarılıyor; ondan sonra da bunların ‘korsanları’ hatta bunların da ‘korsanları’ dağıtılıyor. ‘Anahtarın’, ‘anahtarları’ bunlar... Beyazı, sarısı, mavi listelerin aynı matbaada basıldığı anlaşılıyor. Kurultay salonuna Genel Merkez’in bazı çalışanları getiriyor bunları...
(...)
Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, bir gün önce rakipsiz olarak seçilmiş, bu oyunlar niye yapılır? Bırakın delegeler özgür iradelerini kullansın anlayışı ne yazık ki körelmiş bazı kafalarda! Bu demokrasi dışı yöntemi önce Özal açtı, sonra Baykal üzerine atladı, Erdoğan da üzerine oturdu!
Yalçın Bayer / Hürriyet
“Avrupa solu”na döndü
CHP, zaman zaman, “evrensel değerler” yaklaşımıyla Avrupa merkezli solun değerlerine ve söylemlerine yönelmiş, zaman zaman da, “Türkiye’nin koşulları farklı” denilerek, “Anadolu solu” veya “ulusal sol” adı altında içe dönmüştür. Bu kurultayda Kılıçdaroğlu’nun söylemi, Avrupa merkezli sola daha yakındı.
Fikret Bila / Milliyet
Sapma...
Sorum, son Kurultay konuşmasında “CHP’nin köklerinden bir milimetre sapmayacağız” diyen Kemal Kılıçdaroğlu’na: CHP’nin köklerinde, Türkçeyi tek anadil olmaktan çıkarmak var mıydı?
Mustafa Mutlu / Vatan
Bir türlü gelemiyor
Tayyip Erdoğan; gidecekmiş gibi yapıyor...
Kemal Kılıçdaroğlu; gelecekmiş gibi yapıyor...
Zaten...
Birincisi gitmiyor...
İkincisi gelemiyor...
(...)
Aklı başında aydın insanlar CHP’ye destek... Çağdaşlık değerleri yanında... Medeni dünya önünde... Tarih arkasında...
Şartlar ittiriyor...
Umut dürtüyor...
Zaman çağırıyor...
Ama gelemiyor...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet
Anneye veda...
Hiç ona çektirdiğimiz sıkıntılardan şikâyet etmedi. Bir gün bile olsa, “Senin yüzünden başıma neler geldi neler” demedi. Demeye hakkı vardı. (...) Son yılları hastalıklarla geçti. üç yılını hastanede ve şuuru kapalı olarak yaşadı. önceki gün onu Tarsus’un Eshabıkehf Mezarlığı’nda, babamın yanında toprağa verdik. (...) Benim için bir tarih kapandı. Ona o kadar çok şey borçluyum ki ne yapsam ödeşemeyiz.
Oral Çalışlar / Radikal
Yeni Şafak’ta yine olay var
Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert’in istifasının hemen ardından Yeni Şafak’tan bir ayrılık haberi daha geldi. Dün internet sitelerine yansıyan haberlerde Gazetenin Genel Müdürü Mehmet Ziya Gökalp’in kovulduğu iddia edildi.