On Üç ve Kimlik
Avrupalıların kökünden söküp Amerika’ya götürdüğü kölelerin hikâyesini anlatan “Kökler” adlı bir dizi vardı. Orada zincire vurulmuş kölelerden birisinin adı da Kunta Kinte’ydi. Amerikalı köle tüccarı zorbanın Kunta Kinte’yi köleliğe yüzde yüz uyumlu hale getirmek için yaptığı ilk iş, onun adını değiştirmek olmuştu. Köle Kunta Kinte, zincire vurulmuş bir biçimde işkenceye tabi tutuluyor ve yeni ismini yüksek sesle söylemesi isteniyordu. O ise “benim adım Kunta Kinte” diye direniyordu. Özgürlüğünü kaybetmiş köle adını ve kimliğini vermemek için işkence altında “benim adım Kunta Kinte” diye bağırıyordu. Onun haykırışı kulaklarda değil yüreklerde bile yer etmişti.
Kunta Kinte’nin hikâyesi, TBMM’de dile getirdiğim ve Türk İslam kültüründe uğursuz olmayan 13 sayısının neden THY’de kullanılmadığı sorusunu sorarken hep aklımdaydı. Birileri, batılıların batıl itikadına bilerek yahut bilmeyerek neden iştirak etmişti? Onu anlamak istedim. Sonuçta yetkililer verdikleri cevapta yanlıştan döneceklerini ve 13 rakamının artık kullanılacağını ifade ettiler.
Yerli, milli, doğulu, İslami ve Türk’e ait olanlarla bağlantısı zayıf olanlar, bakanın eşyanın tabiatına uygun tavrını eleştirmekten geri kalmadılar. Onlar globalleşen dünya, küreselleşen THY ve taşınan yabancı sporcuları dile getirerek Avrupalıların uğursuz kabul ettiğini bizim de aynen kabul etmemiz gerekir türünden bir tavır geliştirdiler. Doğrusu beni yanıltmadılar. Yakında bu kozmopolit zevat THY’nin mönüsüne de başkalarının damak zevkini esas alarak köpek eti, domuz eti, böcek konulmasını savunurlarsa şaşırmayız.
Ancak bilenler bilir. Bizim rakamlarla, sayılarla, harflerle alış-verişimiz yoktur. Biz aslında 13 üzerinden bir zihniyeti tartışmaya açtık. Sonuçta bir toplumun kendisine ait olmayan bir inanışı, ritüeli, teamülü, uygulamayı ve geleneği kendisininmiş sanması doğru değildir, buna vurgu yaptık. Bunun bir çeşit yabancılaşma olduğuna dikkat çektik. Zira kendi tarihine, toplumuna ve yaşamına yabancıların gözleriyle veya kavramlarıyla bakmaya alışanlar yabancılaşmanın tuzağına düşmekle kalmaz, süreç içerisinde kendi gözlerini kullanma yeteneğini de kaybeder.
İleride iken geri düşenler ya da muktedir iken muhtaç hale gelenler, varlıklarını yeni şartlar altında da sürdürebilmek için güçlüyü taklit ve uygulamalarını da tatbik ederler. Toplumların iyi, olumlu ve ileri taraflarını taklit etmekte sakınca olmayabilir. Ancak taklidi sosyal ve düşünsel anlamda yaşamın bir parçası haline getirmek tam anlamıyla yanlıştır. Aslına bakarsanız bir anlamda sorun taklit etme ya da adapte olma sorunu da değildir. Taklit ya da tekrar bu anlamda hem kavramayı hem de yaratıcılığı ve özgünlüğü engeller. Özellikle taklitte süreç uzadıkça taklit eden, taklit edilenin yalnız ürünlerini değil ruhunu ve kimliğini de emer ve içselleştirir. Başkasını kendisi sanan toplum böyle inşa edilir.
Batının batıl geleneklerini taklit edip, içselleştirip kurumsallaştırmak ise tam anlamıyla faciadır.
Sözgelimi, Batılı Ortaçağ’a karanlık çağ diyorsa siz de doğu ülkeleri için en parlak çağ olan Orta Çağa Batılıların gözlüğünden bakarak karanlık çağ diyemezsiniz. Derseniz kendisini batılı sanan doğulu bir maymuna dönersiniz!
Taklidi bir dogma ya da ideoloji gibi toplum hayatına sokanlar insanlarla maymunları birbirine karıştıranlardır. Büyük, köklü ve tarihi toplumlar taklit üzerinden değil kendi kökleri ve kaynakları üzerinden yükselir ya da düşerler.
Doğulu bilgeler “Tavuğun yürüyüşüne özenen kekliğin” bir süre sonra kendi yürüyüşünü unutacağını söylerler.