Öğretmenlik böyle bir şey işte...
Öğretmenler günü, öğretmenlik günlerimi hatırlattı bana. O cimcime çocukların kocaman gözleri, asık suratlı bürokratların arasında ne güzel parıldardı.
Bir yıldır kapalı olan okulu açan biri olarak kendimi “kahraman” addettiğim o günler ömrümün en güzel günleriydi diyebilirim. Küçük çocukların gözündeki o ışıltıyı görmek için neler verilmez ki? Hele hele sizin yetiştirdiğiniz bir çocuğun okuduğu “ilk cümle” dünyanın en güzel şiirlerinden daha güzeldir; nitekim ortadaki eser sizindir.
Tüm bu güzelliklerin arasında devletin “ceberut” yüzü de vardı. “Kaymakam nasıl uğurlanır” konulu toplantılar, Jandarma’nın odun kesme vazifesi için topladığı kimlikler, traktör üzerinde dört buçuk saat çeken ilçeye varışımızda belki de bu vesaitlere ömründe binmemiş Kaymakam veya “Müdür” ler tarafından boynumuzdaki kravatın “buruşukluğundan” dolayı yediğimiz fırçalar.
Öğretmenlik o zamanlar da zor işti; tıpkı bugünkü gibi.
Köy öğretmeni için en büyük problem, Halide Edip veya Reşat Nuri romanlarından sanıldığı gibi köyün “imamı” veya “ağası” değildi. Bazı dostlarım kızacaklar lâkin içeriden biriydi; müfettiş. Müfettiş, teftişten gelir, halbuki öğretmen kendine “nizamat” verecek birine değil bir “kılavuz” a ihtiyaç duyabilirdi ancak. Müfettişlerin bana faydası olmamış mıdır? Tabii ki oldu, bir müfettiş sayesinde askere gitmeden “baca tutanağı” nı öğrendim. Tüm bu olumsuzluklar içinde bize “kılavuzluk” yapmaya çalışanları da vardı elbet; onları da hayırla yâd edelim.
Bu ülkede öğretmenlik böyle bir şeydir işte: Yaparken “İllallah” çekersiniz, bıraktıktan onbeş yıl sonra o günleri özlersiniz. Bu satırları karalamaya başladığım dakikalarda “duygusal” olmamaya yemin etmiştim lakin okuma yazma öğrettiğim çocukların suretleri gözümün önünden geçerken, hissi olmazsam kalbimden şüphe ederdim.
Her şeyin iyiye gittiği iddia edilen ülkede öğretmen, orta sınıfa mensup özenilen bir “tabaka” nın saygın mensubu iken yoksulluk sınırının altına itilmiş, toplumsal saygınlığı ve itibarı köy muhtarları ve taşralı politikacıların eline teslim edilmiş “mağdurin” taifesinden bir zümre haline gelmiştir.
Bir zamanlar Padişahlara muallimlik, Lalalık yapar; öğrettiği bir harfe kırk yıl köle olunuverilir ve yeni nesil onlara teslim edilirdi. Bugün ise çalışma saatine karar verilemeyen, aslında sanıldığı gibi “mukaddes” bir işi yapmadığını ispat için gazete köşelerine bahis mevzuu edilen bir zümredir.
Ve nihayet ömrünün hiç bir döneminde “eğitmemiş” kimselerin insafına teslim edilmiş bir sınıftır. Eğitimin “camiadan” gelen bir Bakan tarafından yönetilmesinin “rutin dışı” sayıldığı bir ülkede öğretmenlik mesleğinin üçüncü sınıf bürokratların “malayani” ağızlarında sakız olmasından doğal ne olabilir ki?
Maarifin temelinin “irfan” olduğunu unutan ve bu saikle eğitimi ve muallimi bütçede bir “kalem” olarak gören bir zihniyetin elinde eğitimin yap-boz tahtasına dönüşmesinden ve öğretmenlik mesleğinin maddi ve manevi açıdan yerlerde sürünmesinden doğal bir şey yoktur zaten.
Atatürk “Muallimler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” demişti, eğer bu gün hayatta olsaydı araya “her şeye rağmen”i koyardı sanıyorum.
***
Doçent Mustafa Yıldız uzun yıllar öğretmenlik yapmış, daha sonra alanında Doçent olmuş genç bir öğretim üyemiz. Aşağıdaki satırları, öğretmenler günü münasebetiyle gönderdiği mesajdan aldım. Onun da müsaadesiyle tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutlayarak onlara hediye ediyorum:
“Çocuklar bazen size seslenir: Öğretmenim ben buradayım...
Ama duyamazsınız.
Yeni bir ayakkabı almıştır ya da güzel bir toka.
Bakmanız gerekir.
Çocuklar bazen size seslenir: Öğretmenim ben buradayım...
Ama bakmak yetmez.
Bir resim yapmıştır. Ağaçlar, kuşlar bir de siz. Koruyucu melek gibi yanında.
Görmeniz gerekir.
Çocuklar bazen size seslenir: Öğretmenim ben buradayım...
Ama dokunmak yetmez.
Canı yanmıştır ya da karnı acıkmıştır...
Hissetmeniz gerekir.
Çocuklar bazen size seslenir: Öğretmenim ben buradayım...
Ama hissetmek yetmez.
Yalnızdır, çaresizdir... Öksüz ya da yetim kalmıştır...
Ağlamanız gerekir.
Çocuklar bazen size seslenir: Öğretmenim ben buradayım...
Bu sesi fark etmeniz gerekir.”