O yazıyı yazan Kırca değil de Münevver Ayaşlı olsaydı

Levent Kırca, bu sefer de “AK Parti’ye güvenen ‘sıkma başlılar’da mahkeme salonlarına girdi” satırlarından dolayı nefret-hakaret-kınama yağmuruyla karşı karşıya. (Hoş bir kesim de onun ifadelerinin nefret-hakaret içerdiğini savunabilir pekala...)
Kırca’nın yaklaşımı doğru mu, yanlış mı? Kime / neye göre doğru? Kime / neye göre yanlış? Maksadını aşan sözler sarfetme üstadı mı, yoksa ağzından çıkanlar aklından geçenlerin birebir yansıması mı?
Bunlar apayrı tartışma başlıkları.

***

Kendi adıma, “inanmak” tercihinin ve yaşam biçiminin bu tercih doğrultusunda şekillendirilmesinin çok şahsi olduğunu, “özel hayat”ın tam kalbini oluşturduğunu düşündüğümden bu konuda yazmamaya, konuşmamaya gayret gösteririm. Bugün de tersini yapacak değilim. Bir insan “Ben böyle inanıyorum” dediği anda o mahrem alanın kapısı hepimizin suratına kapanmış demektir; o kapıyı zorlamak da kimsenin haddi/hakkı değildir. (Sözde değil gerçekten de “inanç hürriyeti”nden yanaysak tabii...) Kişi “inancı” doğrultusunda ister yazma takar, ister türban, ister kukuleta... İster namaz kılar, ister “benim ibadetim böyle” der amuda kalkar...
“Din ve vicdan hürriyeti”, egemenlerin inandığı gibi inananlara / egemenlerin ibadet ettiği gibi ibadet edenlere “ayrıcalık” tanımak anlamına gelmediğinden, “devlet” kamu kurumlarında “dini inanca göre kıyafet”e izin verdiği anda “eşitlik” ilkesi gereği sadece dindar Müslümanları değil herkesi bu “hak”tan yararlandırmak durumunda. Hakimin kipa, savcının toga, avukatın burka giydiği bir mahkeme salonu düşünebilir misiniz?
Veya bir okul; bir köşede bir grup öğrenci namaz kılarken, diğer köşede bir başka grup ateş başında dans ederek yapıyor kendi ibadetini, bir başka grup ellerinde zincirlerle zikir halinde...
Özünde tamamen “kamu düzeni”yle ilgili olması gereken bir meseleyi “başörtüsü alerjisi” zeminine kaydırmak son derece lüzumsuz ve de sakıncalı bana kalırsa... “Türbanlı öcü”ler veya “laik canavarlar” yaratıp toplumu kutuplaştırmak, çatıştırmaktan başka neye yaradı şu ana kadar?

***

Gelelim buradan yola çıkarak Kırca’yı taşlamalı mı, taşlamamalı mı mevzuna.
İnternette hanım hanımcık genç kızlarımızın yazdıklarına bakılırsa kaynar kazana bile atmalı, hatta cehennem azabını bu dünyada yaşatmalı!
Peki...
Tamam...
Tamam da...
Kırca’nın “sıkmabaş” itirazını bir “nefret, ötekileştirme, ayrıştırma, hakaret söylemi” olarak algılayan ve böyle algılatmak isteyen çevreler;
O yazıyı yazan Levent Kırca değil de Münevver Ayaşlı olsaydı, aynı üslupla onu da lince tabi tutar mıydı, tutabilir miydi acaba?
Ne alaka mı?
Muhafazakar çevrelerin adının önüne evvela “Osmanlı Hanımefendisi” sıfatını iliştirdiği Ayaşlı, hem de “İslami çevrelerde bir otorite sayılabilecek” Mehmet Şevket Eygi’nin Bedir Yayınevi’nden çıkan Dersaadet isimli eserinde (Ayaşlı aynı zamanda Eygi yönetimindeki Babıali’de Sabah’ın da en önemli yazarlarındandı) “Vahidüddin’in kerimeleri Ülviye Sultan”ın giyim kuşamını anlatırken “Muhacir beyaz Rus kadınların ‘çarşaftan’ ayrılmak için sarındığı bir türban” olarak tanımlıyor “sıkmabaş”ı da o alaka!
1975 basımı kitabının 125-126. sayfalarında “sıkma baş”a “beyaz Rus kadınların örtüsü” diyen ve üstüne üstlük Müslümanlardan ayırt edilmelerini sağlayan bir araç olduğunu vurgulayan Ayaşlı “dindar” kesiminin en itibar ettiği “aydın”lar arasında hem de en üst sıralarda!
Bakış açısına katılmamakla birlikte (Örtünmeyi dayatmak kadar örtünmemeyi dayatmak da sorunlu bana göre) Kırca’nın yazdıklarının doğruluğunu - yanlışlığını tartışmıyorum, ama aynı kavramı kullanan iki ayrı insanın konumlandırılış biçimleri arasındaki uçurumu, çifte standardı sorguluyorum.
Bunu öfkeyle değil mantıkla izah edebilecek biri var mı acaba?

Yazarın Diğer Yazıları