O toprakta, sen zindanda, ben sürgün...
Sorsan bugün bayram...
Sokaklar tenha... Evler de öyle...
Güya “bayram” yapan bir millet -her ferdi olmasa bile hiç de azımsanmayacak bölümüyle- ya şehitliklerde, ya ölüme mahkum edilen yakınlarının kabirlerinde, ya cezaevlerinde, ya kanunsuz emri uygulayan “güvenlik görevlileri” tarafından yaralanmış evlatlarının başında hastanelerde nöbette...
Türkiye’de ne olduğundan bihaber (değilse haberdar etmemekle görevlidirler) televizyon kanalları baklava-börekli fon önünde oruçtan sonra mideyi yormama dersleri veredursunlar;
İçine akıttığı gözyaşıyla doyan bu insanların boğazından lokma geçiyor mudur ki acaba?
***
Siz bu satırları okurken, ben de çoğu kimse gibi yollarda olacağım muhtemelen;
Kulağımda manidar bir ezgi:
“O toprakta, sen zindanda, ben sürgün...”
Silivri’de “Cumhuriyet tarihinin en büyük hesaplaşması”nda ’zindan’da rehin bıraktıklarımızın (İlk günden beri birçok meslektaşımızın hatasına düşmemeye çalıştım, hiç ‘benim arkadaşlarım iyi diğerlerine ne olursa olsun’tavrını benimsemedim, sadece ‘adalet’in tesisini istedim, ‘adil’ bir düzende herkes ‘hak’ ettiğini yaşardı nasıl olsa... Objektiflik sevdasına, bir gün olsun isimlerini zikretmedim ki güya nesnel davranacağım diye onları yazık ki görmezden geldim, mağduriyetlerinin görülmesine aracılık edemedim; ama hem gazeteci, hem Türk milliyetçisi, hem Atatürk’ü minnetle anan, emanetinin taşıyıcısı olmaktan gurur duyan bir Türk genci için kaçınılmaz; elbet benim de dostlarım, sevdiklerim vardı sanıklara ayrılan sıralarda...) sancısı geçmeden bu kez ‘toprağın’ bağrına düşen sevdiklerimizin haberi geldi...
Hiç inanılır değildi, ‘bir yanlışlık olmalı herhalde’ diye birkaç kere üst üste okudum Servet Somuncuoğlu’nun vefatını bildiren mesajı.
Çok değil, daha geçen haftaydı;
Yeni çalışmaları için çıktığı yurtdışından henüz dönmüş, birkaç gün daha şehir dışında olacağını söylemişti. Sözleştik; İstanbul’a döner dönmez görüşecektik. TRT’den gerekli izin prosedürünü tamamlar tamamlamaz, Bengütürk TV’de yaptığım ‘Taş Mahal’ programına konuk olacak “Taştaki Türkler”i anlatacaktı; Anadolu’nun “Türkçe” sırlarını. Önce “bozkurt” sonra “çift başlı kartal”; Türk kültürünün sembolleşen figürlerine dönük tasfiye girişiminden rahatsızdı. Sibirya’dan Anadolu’ya kadar geniş bir coğrafyadan topladığı “delilleri”, “belgeleri” sallaya sallaya haykıracaktı doğruları.
Olmadı.
Dolayısıyla eserleri en azından benim için şimdi daha da anlamlı; bir “miras” hüviyeti kazandı. Mutlaka daha çok insana ulaştırılmalı; anlatılmalı, aktarılmalı...
***
Ömrünü bir “göç”ü belgelemeye vakfetmiş birinin “göç”ü üzerine yazmak zor...
Kaldı ki Servet Abi, “kişisel hikayeler”e pirim veren biri değildi;
“Hikayeler kişiye özeldir... Biz hiçbir şekilde hikayemizi anlatmadık sadece ortaya konan keşfi dile getirmeye çalışıyoruz...” derdi.
Elbette bozkırlarda, “Türk’ün doğal mabedi” dediği dağlarda, daracık bir patikası dahi bulunmayan, adım atmanın dahi güç olduğu sahalarda onunla yol arkadaşlığı yapanlar dinlemeye doyulmaz hatıralar biriktirmişlerdir ama ‘Ne kaldı geriye’ derseniz;
Servet Abi “bilimsel gerçekler” bıraktı ardında.
“Fırtınalar”a takılıp kalmadan “gemiyi limana ulaştırabilmeye” odaklandı;
Ve o gemi; şu son çıktığı sefer hariç hep geri döndü, keşiflerini sunmak üzere insanlığa.
Günışığına çıkardı son önemli “tarihi gerçeklik”lerden biri Ankara Güdül’deki kaya resimleri ve Türk yazıtlarıydı.
Başkentin sadece 80 km. uzağında bulunan ve Anadolu tarihini farklı kimliklerle tanımlayanların bütün tezlerini çürüten bu alanın “keşfi” için “bugüne ve bana kalmamalıydı” demişti.
Ama iyi ki ona kaldı.
Ondan başka kimse 1122 rakımlı Asmalıyatak’ta, “resim yapmanın imkansız” olduğu o kayadaki “kurt panosu” nu öyle resimleyemezdi. Bilim dünyasının tartışmasız “kimlik belgesi” saydığı mezarlarda, Anadolu’nun meçhul kalmış binlerce yıllık kurganlarında iz sürüp, bu coğrafyaya vurulmuş “medeniyet mührü”nün Türk’e ait olduğunu kanıtlayamazdı; kanıtlamak için bu denli özveriyle çalışamazdı.
Ota Asya’da Türk Kültür Tarihi’ne dair kaydedilen ne varsa hepsinin karşılığını buldu Servet Abi Anadolu’da; hem de “Türkler henüz Ötüken’deydi, buralara gelmemişti bile” denilen zamanlara tarihliydi her biri.
Bu, kıymet bilene “ilmi bir devrim” dir!
Yusuf Halaçoğlu, Ahmet Taşağıl, Şükrü Haluk Akalın, Yaşar Çoruhlu gibi alanlarının zirve isimleri Servet Abi’nin “keşfettiği” bu belgelere dayanarak Anadolu tarihinin yeniden yazılması gerektiğinde birleşmiştir!
Dilerim Servet Abi’nin “Ortaya konulacak gerçekten bizim korkmamız için hiçbir sebep yoktur. Öyleyse sözümüzü söylemekten niçin çekinelim” çıkışı miras kabul edilir;
Ve kısa bir ömre sığdırılan dev eserler nihai yaratılış hedefine eriştirilir...