O tabutun başında ağlayan bir ana hep vardı

İki yıl önce Kadıköy’de oğullarının hatıralarıyla dolu olan evlerindeki sohbetimizde albümlere bakarken görmüştüm bu resmi... Bugün -sansürlemezlerse- hemen her haber bülteninde, 1970’lerin sonunda çekilen bu resmin benzerleri bekliyor olacak bizi. Tıpkı bundan 30 yıl önce, iki oğlunu da “vatan uğruna” hain tuzaklarda şehit veren Hayriye Öğütçü gibi 12 anne daha kapanacak “evlat” taşıyan, ay-yıldıza sarılı tabutlara...

***


Hayriye Öğütçü üç yıl arayla her ikisini de 17 yaşlarında kaybettiği oğullarından İrfan’ın vurulduğunu telefonla, Orhan’ın vurulduğunu ise şimdi her odası, her duvarı, her sehpasını resimleriyle kapladığı evin bahçesinde, küçük kızıyla bezelye ayıklarken, bahçe kapısından içeri giren bir delikanlıdan öğrendiğini anlatmıştı. Sonraki 30 yıl boyunca her telefon sesinde nasıl o anı yeniden yaşadığını, ahizeyi nasıl her seferinde “acı haber” korkusuyla ürkerek kaldırdığını paylaşmıştı. Bezelyenin nasıl tadını tuzunu kaybedip zehir halini aldığını...
Bugün 12 anne daha bezelye değil de belki nohut ayıklarken, belki ütü yaparken, belki çamaşır asarken, belki film izlerken, belki torunlarını severken haberi gelen şehitlerini yolcu edecekler... Onlar da Hayriye anne gibi hayatlarının geri kalan kısmında her nohut ayıklayışlarında, her ütü yaptıklarında, her çamaşır astıklarında, “o film”i her gördüklerinde ekranda, torunlarını bağırlarına her basışlarında yeniden yaşayacaklar aynı anı.
Karşılarında çakı gibi durmaya çalışan bir subay ve kulaklarında çınlaması hiç dinmeyecek olan o bir tek cümle:
Vatan sağolsun!
“Vatanını, milletini, bayrağını çok sevdi ikisi de...” dediği oğullarından sonrasını anlatırken “Allah kimseye evlat acısı vermesin kızım” diyerek girmişti söze Hayriye anne... Yorgundu, hastaydı, güçlükle devam edebilmiştti:
“Ben aslan gibi iki oğlumu kaybettim; dalım budağımdı onlar...”
En büyük sitemi bizeydi; gazetecilere:
“Bütün köşe yazarlarını okuyorum. Sadece meşhurların “katilleri nerede” diye soruyorlar. Benim yavrularımın katilleri nerede?.. Nedense hep teröristlerin, vatan düşmanlarının hayatı çalınır. Benim dalımı budağımı kırdılar; çocuklarımın kardeşlerini, torunlarımın dayılarını çaldılar. Onları kim geri verecek?”
Bugünden sonra 12 anne daha, hayatlarının geri kalan bir tek gününü bile bu soruyu sormadan geçiremeyecek!

***


Hayriye annenin oğulları asker değil öğrenciydi... Körpecik bedenlerine, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyadaki iktidarları, rejimleri, devlet yapılarını, ideolojileri “darbeler” yoluyla kendi çıkarlarına uygun biçimde yeniden tasarlamak isteyenlerin kanlı elleri değdi...
Bugün toprağa vereceğimiz şehitlerimizin üzerlerinde okul forması değil de üniforma olması dışında değişen ne bu 30 yılda?
Türkiye’de, Irak’ta, Afganistan’da hiç fark etmez, askerimizin onuruna, gururuna, canına, kanına giren de, coğrafyamızdaki iktidarları, rejimleri, devlet yapılarını, ideolojileri “işgal yoluyla demokrasi getirerek(!)” kendi çıkarlarına uygun biçimde yeniden tasarlamak isteyen aynı el değil mi?

***


Hayriye anne on gün önce “oğullarımın katilleri nerede” sorusuna cevap bulamadan, katillerin cezalandırıldığını göremeden -itiraf etmek çok acı ama gözü açık- verdi son nefesini... Mekanı şehit evlatlarıyla buluşacağı cennet olsun!
Dilerim bugün oğullarını toprağa verecek olan anneler, katillerin müttefik değil düşman sayıldığı, katillerle müzakere değil mücadele edildiği günleri görebilirler... Evlatlarıyla ebedi buluşmalarına en azından bu teselliyle gidebilirler...



BASINDAN SEÇMELER


Çanakkale’de cephede yenilmeyen Türk Milleti’ne İstanbul’da masada ihanet edenlerin torunları işbaşında

Satılmaya ve satmaya devam ediyorlar

18 Mart 2012... Çoğu öğretim çağında 253 bin subayımızın, erimizin ve erbaşımızın şehit düştüğü Çanakkale Zaferi’nin 97’nci yıldönümü...
Bu savaşta biz, “Cephede asla yenilmeyeceğimiz” gerçeğini öğrendik...
Atatürk bu gerçeğin arkasında yatan nedeni şöyle anlatır:
“Bombasırtı’nda 14 Mayıs 1915’te düşmanla burun buruna geldik... Birinci siperdekilerden hiçbirisi kurtulmamacasına, hepsi şehit düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Yirmi düşmana karşı her cephede sadece bir nefer, süngü ile çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Ne yazık ki yine Çanakkale Savaşı sayesinde, bu gerçeği yabancılar da öğrendi! Ve bu yüzden (yem olarak önümüze atılan Yunan Ordusu dışında) bizimle bir daha bu ülkenin topraklarında karşı karşıya gelmeye cesaret edemediler...
Göğüs göğüse savaşmaktansa bizi hep masa başında, siyasi oyunlarla yenmeyi tercih ettiler...
Ve 1915’te 253 bin fidanımızın canı pahasına geçmelerine izin vermediğimiz Çanakkale Boğazı’nı sadece üç yıl sonra 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle geçip, İstanbul’u işgal ettiler...

***


Sonra ilk iş olarak ne yaptılar biliyor musunuz?
Para harcadılar!
Evet... Paraya kıyıp, satın alınabilecek bütün alçakları satın aldılar.
Silaha sarılıp çatışmaktansa, işgal ettikleri ülkenin halkının kafasını karıştırmak için, İstanbul’da ve gittikleri her ilde, ilçede, kendilerine hizmet eden “satılıklar” buldular...
Sonra da bu hainlere, Anadolu’da başlayan halk hareketini yok etmeleri için onlarca dernek kurdurdular...
İşte bu ihanet derneklerinin belli başlıları:
- İngiliz Muhipleri Cemiyeti: Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasından sadece bir gün sonra, 20 Mayıs 1919’da İstanbul’da kuruldu... Tek bir hedefi vardı: İstanbul’un ve Osmanlı’nın Anadolu’daki en değerli topraklarının İngiliz mandasına girmesi için kamuoyu oluşturmak.
- Wilson Prensipleri Cemiyeti: 14 Ocak 1918’de, aynı amaçla kuruldu.
- Kürt Teali Cemiyeti: İşgalcilerin desteğinde Osmanlı’dan ayrı bir Kürt devleti kurmak isteyenler tarafından, 1919’un Mayıs ayının sonlarında kuruldu.
- Teâlî-i İslâm Cemiyeti: Hilafeti ve ümmet anlayışını savunanlar tarafından 19 Şubat 1919’da kuruldu.
- Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti: İşgalcilerin korumasında bir Laz Devleti hayaliyle 1919’un Ocak ayında kuruldu.
- Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası: İşgalcilere direnmeyen ama saltanatın devamından yana olanlar tarafından 1919’un Ocak ayında kuruldu.
Aynı günlerde kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı, Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası’nı... Rumlar’ın kurduğu Mavi Mira’yı, Pontus Rum Cemiyeti’ni... Ermeniler’in kurduğu Taşnaksütyan ve Hınçak yeraltı örgütlerini de unutmamak gerekir...

***


Kurtuluş Savaşı’nı kazandık, işgalcileri topraklarımızdan kovduk, Osmanlı’nın borçlarını son kuruşuna kadar ödedik... Ama plan hiç değişmedi:
Eğer topraklarımız bir gün düşecekse, vatanımız bölünecekse; bu, Çanakkale Savaşı örneğinde olduğu asla cephede değil, Mondros Mütarekesi örneğinde olduğu gibi masa başında “siyaset” aracılığıyla olacak...
Çünkü o günkü satılık derneklerin, partilerin tamamına yakınının “torunları”, aynı amaç için hâlâ satılmaya ve satmaya devam ediyor!

***


Tüm vatan sevdalılarına hatırlatılır!
Mustafa Mutlu / Vatan




NATO komünizme karşı kurulmuş bir örgüttü, döndü dolaştı Müslüman ülkelerin başına bela oldu... Biz de onun bedava fedaisi...
Haldun Ertem / Milliyet (Açık Pencere)




Türkiye’nin savaşı değil

Eğer Türkiye için önemli olan halklar arasında komşuluk ve kardeşlik ilişkisiyse Ankara savaştan uzak durmalı, Suriye halkına sadece insani açıdan yardım etmelidir...
Suriye olayına sadece iyi komşuluk ve kardeşlik duyguları içinde insani yardım gözüyle bakması gereken Ankara, bu ülkede yayılacak bir etnik ve mezhepsel iç savaşın Türkiye’ye sıçratılması çabalarına karşı dikkatli olmalıdır.
Sınırın bu tarafında benzer bir sosyolojik yapıya sahip olan Türkiye’nin, Suriye’de çatışmaların Türkiye’ye yayılmasını isteyecek odaklara karşı teyakkuzda olması gereklidir.
Türkiye’yi Suriye’ye yapılacak askeri müdahaleye öncülük etmeye veya dahil olmaya teşvik edenler düşünmese bile, Ankara’nın, böyle bir durumda, komşuda yaşanacak etnik ve mezhepsel çatışmaların sınırın bu tarafına da yayılması için gayret gösterileceğini hesaplaması gerekir.
Ankara, Atatürk’ün, “yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden sapmamalıdır.
Fikret Bila / Milliyet




Paşa paşa dinledi!

CİA Başkanı Orgeneral David Petraeus, Süleymaniye’de Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi emrini veren komutandı. ABD ordusu Irak’ı işgal etti. Irak üçe bölündü. David Petraeus, üniformasını çıkartmadı, Afganistan’da görevlendirildi. Üniformasını yine çıkarmadı (muvazzaf subay olarak) CİA başkanı yapıldı. Üniformasıyla geçen gün Ankara’ya geldi, üniformasıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’la masaya oturdu, Suriye’yi görüştü. Tayyip Erdoğan, “ABD niçin bir generali sivil kuruluş olan CİA’nın başına getirerek, askeri vesayeti kabul ediyor” diye hiç itiraz etmeden paşa paşa David Petraus’u dinledi. David Petraus, üniformasıyla konuştu!
Necati Doğru / Sözcü




Amerikan askeri bile Afganistan’dan çekiliyor. Milliyet “Niye hâlâ oradayız?” diye soruyordu.
Gaza gelmeyelim, aynı soruyu yarın öbür gün Suriye için sormayalım!
Güngör Mengi / Vatan




Hey onbeşli ile göbek atılmaz

Çanakkale’de, sömürgeci Batılılara karşı denizde kazandığımız zaferi kutluyoruz. Peşinden karaya asker çıkartacak olan emperyalistler karşılarında Türk milletinin yiğit evladını bulacaktır.
İşte o savaşa Tokat’tan gidenler (15’liler) için bir ağıt yakılmıştı: “Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı/On beşliler gidiyor/Kızların gözü yaşlı”
Tokatlı kadınlar adına bana yazan arkadaşım Hanife Şahin, türküde geçen Hediye Kız’ın başına gelen acıklı olayları da naklederek diyor ki: “Bu türkü çalınırken oynamak doğru mudur? Onların aziz ruhlarını incitmiş olmuyor muyuz?”
Çok doğru bir tespit. Alevi cem ibadetinin bir parçası olan semahı da türkü evlerinde çalıp sarhoş sarhoş semaha kalkanlar olmuyor mu?
Maalesef; ulusal değerlerimizi bir anlık zevkimiz uğruna ayak altına almakta hiçbir sakınca görmüyoruz.
Kendisine saygı isteyen; atalarına saygı göstermelidir.
Rıza Zelyut / Güneş




Alman komutan bakın o zaman neler demiş

ÇANAKKALE Savaşı sırasında, mareşal rütbesi ile Osmanlı ordusu başkomutanı olan Liman Von Sanders Paşa’nın, Türk ordusu hakkındaki görüşleri harbin sonuçları bakımından dikkate değerdir. “Başarı ile dövüşebilecek iyi bir Türk ordusu, sağladığı destek hiç denecek kadar az olan Galiçya ve Makedonya cephelerinde ateşe sürüleceği yerde, kendi ülkesinde dövüşse idi savaşın sonucuna daha tesirli bir biçimde yardım etmiş olurdu. Türkiye kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı halde dışarıya vardım etmeye koyulduğu gün yanlış bir yola sapmış oldu.”
Afganistan’da yaşanan dramın bize bir şeyler
hatırlatması gerekiyor. 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitler Günü’nde daha anlamlı.
Yalçın Bayer / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları