Ne garip bir ilişki biçimi

“Teröre yataklık ediyor”
dediği Barzani’yi “onur
konuğu” yapması ne ki,
kendisini “Amerikan yapımı fuhuşa ortaklıkla” suçlayan
kişiyi milletvekili seçtirdi!

Tamam ben de farkındayım, en azından kapı önü düğünlerindeki gibi iki yanından iki sıra “ampul” sarkıtabilirdim sayfanın; ışık olurdu, şık olurdu, günün şatafatına uygun olurdu... Bugün bayileri “süsleyecek”, bir çok gazetenin göz alıcı, yaldızlı, neronlarla ışıklandırılmış havasındaki sayfalarının arasında böyle tatsız, tutsuz, renksiz durmazdı...
Ama işte “akreditasyon” belası!

***

Yoksa ben de size İstanbul’dan kendi halinde, mütevazı bir binadan değil de, Ankara’dan, bilmem kaç spotla aydınlatılmış, bilmem kaç LED ekranla donatılmış, -medya-siyaset-sermaye kurumlarının “akrobatik” hareketlerini görünce panayır yeri gibi mi - sirk mi teşbihte zorlandığım “şov yeri”nden-; Arena Spor Salonu’ndan seslenmeyi çok isterdim!

***

Muhiddin Amca (Nalbantoğlu)’nın daktilo tıkırtısını dinlemek yerine, kulağımın dibinde bangır bangır çalan “Türkiye’nin ilk kongre şarkısı” eşliğinde, “Sözümüz söz, durmak yok, yorulmak yok. Özümüz öz, durmak yok, yorulmak yok. Haykıralım duysun dünya, Ak Parti işte burada” nakaratından coşkuyu almış şekilde, “Yeni Türkiye” ile kafiyeli cümleler kurmayı (ertesi gün de soluğu en yakın hastanede alıp “beyin şişmesi+kulak zarı patlaması” raporuyla günlerce yan gelip yatmayı) çok isterdim!

***

Bu satırları, pazar rehaveti içinde, kot pantolonum, sandaletlerim, ekoseli gömleğim ile gerine gerine değil de, “olay yerinde”, 7 gün 24 saat ekranda cümle aleme gösterdiğim dekoltemi özenle kapatmış, etek boyumu uzatmış, “ölçülü” tayyörümü çekmiş, önümü iliklemiş halde ve hatta ayakta, hazır ol vaziyetinde yazmayı çok isterdim!
Arada bir de “zengin kumanya sepeti”nden fıstık çitlerdim!
Çok özendim!

***

Ben de sabah daha kargalar uyanmadan salonda saf tutup, henüz boş olan tribünlerin önünden “Salon şimdiden doldu taştı” diye tezahüratvari anonslar geçmeyi çok isterdim.
“Görmediklerini” yüksek öngörüleri ile görmüş gibi anlatan “haberci”lere çok imrendim!
Ne olurdu, ben de orada olabilseydim de, salonda olmayanları “varmış gibi”, heyecan içinde anlatabilseydim:
- Evet Sayın seyirciler Erdoğan şu anda dev ekranlara yansıtılan ve Cumhuriyet’in kuruluş mücadelesini anlatan görüntüler eşliğinde 2023 vizyonunu anlatıyor. Erdoğan konuşmasını bitirdiğinde ekranda beliren dev Atatürk resmi bütün salon tarafından ayakta alkışlandı! Bu arada AKP’nin “milliyetçi-muhafazakar kadroları” da Barzani’yi salona sokmadı!
- Evet Sayın seyirciler; Emine-Tayyip Erdoğan çifti “demokrasi yolu” nda el ele yürüyor, yolda sadece onlar var! Bu katılmcı, çoğulcu manzara karşısında salon gözyaşlarına hakim olmadı!

***

Barzani’nin girdiği salona giremediğim için bir bilseniz nasıl ezildim, nasıl incindim, kan ağlıyor içim... Ve hatta kahrımdan ölebilirim!
(Bu arada bu dertten ölürsem vasiyetimdir: Tabutumun üstünde nal gibi “bilmem nere belediyesi” yazılı olmasın, Erdoğan “sebebi benim, onu teröristlerle, peşmergelerle, emperyalizmin kuklalarıyla aynı salonda ağırlamadım, kahrından öldü yavrucak” diye vicdan yapıp cenaze törenime koşarsa çok rica ediyorum imama kulaklıklı telsiz mikrofon takılsın... Ki, mikrofonu zat-ı şahaneye kaptırmasın!)
Ama dedim ya işte, akreditasyon belası!

***

Neyse şakayı tadında bırakalım da “Barzani’nin girdiği yere siz giremiyorsanız bir kez daha herkes bilsin ki doğru yoldasınız”diye mesaj atan okurumuz Osman Gökçe’nin kalbine inmesin!
Aldığım mesajlara bakılırsa -işin demokrasi, basın, haber alma özgürlükleri kısmı bir yana- bizim oraya, yani Türkiye’den toprak isteyen Mustafa Barzani’nin, PKK’ya dönük operasyonların durmaması halinde “Diyarbakır ve Türkiye’nin diğer kentlerine karışma” tehdidi savuran “Kandil hamisi” oğlu Mesut Barzani’yle aynı salona layık görülmeyişimiz(!) kimseyi şaşırtmadı.
Köpek insanı ısırınca haber olmaz da insan köpeği ısırınca haber olur ya, biraz o misal; biz de o ortama dahil olmaya davet edilmiş olsaydık hayret vesilesi olacaktı galiba.

***

Hiç “Ama nasıl olur” diye dövünmeye gerek yok. “Akreditasyon” tavrı bir cevaptı aslında:
Sözümüzün üstüne söz söylemeye devam ederseniz,
“Horoz” gibi erkenden ötmekte, milleti derin uykudan uyandırmakta ısrarcı olursanız,
Allayıp pullayıp “hizmet” diye yutturduklarımızın iç yüzünü gösterirseniz,
Maskelerimizi düşürürseniz, işbirliklerimizi, pazarlıklarımızı, vaatlerimizi, biatlarımızı, tavizlerimizi ortalığa sererseniz,
Mercimeğe, kömüre, bulgura razı insanların aklına “karpuz kabuğu” düşürürseniz,
Unutturmaya çalıştığımız ne varsa, Atatürk’ü, Türk’ü başınızın üstünde taşımaya devam ederseniz, “Türkiye Türklerindir” der ve bu vatandan, bu milletten, bu devletten vazgeçmezseniz, kusura bakmayın, biz sizden vazgeçeriz!
Reklam verdirmeyiz!
“Terör” ve “bölünmez bütünlük” gibi “ikna”nızın mümkün olmadığı konularda sizi sistemin dışına iter “yeni medya düzenini” kendi kendini sansürlemeye, kendi elini prangalamaya, kendi ağzını bantlamaya hazır yazarlar, yönetmenler ve patronlarla tasarlarız.

***

AKP’nin kongre akreditasyon tablosu ile son birkaç yıldır kamu kurumlarının ilan paylaştırmasında uyguladığı tablonun bire bir aynı olması tesadüf olabilir mi?
Aynı gazetelere ambargo uygulayan TRT’ye, THY’ye, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne soruyorduk ya:
- Ölçü ne?
Tescillenmiş oldu:
- Ölçü “Yeni Türkiye” ile kan uyuşmazlığı!

***

Öyle ya, “Türk’üm” diyen, “milliyetçiyim” diyen, bu vatana kara sevdayla bağlı kaç kişinin “kanı uyuşur” bu manzarayla:
2006’da “aşiret şeyhi, postal öpücü, terör destekçisi”, 2007’de “muhatabımız olamaz, terör örgütüne yataklık yapıyor” dedikleri peşmerge bozuntusu 2012’de “onur konuğu” ...
Aynı zamanda “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı” sıfatını da taşıyan AKP Genel Başkanı “bitmeyen selamlama” da “Mehmetçik katillerine yardım ve yataklık yapan Barzani” den sonra “şehitleri, Mehmetçikleri ve gazileri” alabiliyor ağzına, “Şehitlerimiz karşısında asla mahcup olmayacağız” diyebiliyor.
PKK ile pazarlık yapıldığı iddiaları karşısında muhalefete “ispatlamayan şerefsizdir” dedikten sonra o lafları eden kendisi değilmiş gibi “Hakan Fidan’ı Oslo’ya ben gönderdim, evet PKK ile görüşüldü, yine de görüşürüz” diyebiliyor.
AKP’ye muhalefet etmek için kurulan partinin Genel Başkanı, AKP’ye katılmak üzere partisini feshedip, sonra da yüzü kızarmadan “AKP yöneticisi namzedi” olarak o kongre salonunda oturabiliyor. O oturabildiği gibi, ötekiler de “Firavunlukla” suçlandıkları zehir zemberek sözlerin üzerine “Yarabbi şükür” deyip onu aralarında oturtabiliyor.

***

Bunlar ne ki!
Bu garip ilişkiler silsilesine çok daha çarpıcı bir örnek vereceğim şimdi.
Sene 2003... 28 Şubat günü Yeni Şafak gazetesinin 10. sayfasında “Kalbinizde masumlara yer var mı” başlığıyla bir yazı yayınlandı. Yazıyı yazan Mehmet Ocaktan:
“Yazık oluyor bu ülkeye, yazık oluyor umutlarımıza. Oysa siz başkaydınız, küresel Naziler’in değil, mazlumların yanında yer alacaktınız. Yıllardır bu topraklarda adam yerine konulmayan, hesaba katılmayan halk sizinle yeni bir başlangıç yapacak ve başını daha dik tutacaktı.
Ankara’nın “ikna odaları”ndan yansıyan görüntü o ki, siz de diğerlerinden farklı olamayacaksınız.
Nedense kalbinizin değil, “devletin âli menfaatleri”nin sesini dinleyerek Amerikan yapımı bir tecavüzün gözcülüğüne soyunmak üzeresiniz.
Cumartesi gelmeden işin rengi belli oldu ki artık “Bu savaşı istemiyoruz, Iraklı çocukların kanı üzerinde yükselecek bir küresel lanete ortak olmak istemiyoruz” diyemeyeceksiniz. Hem de bütün dünyanın, halkımızın karşı olduğu, hiçbir hukuki meşruiyeti olmayan Amerikan işgaline rıza göstererek...
Çok yazık! Anlaşılan yolumuz sonunda yine “Amerikan çavuşluğu”na düşecek. BM kararı bile olmadan Türkiye, gayri meşru bir saldırganlığın işbirlikçisi konumuna düşecek.
İçimiz acıyarak söylemek zorundayız ki, eğer yarın kalbiniz değil, “stratejik çıkarlar” galip gelirse bu parlamento Müslüman bir halkın bombalanması için Amerikan askerini Türkiye’ye çağıran bir parlamento olarak tarihe geçecek. Ve gelecek nesiller bu utancı asla unutmayacak.
Evet bir kez daha yenilmek üzereyiz. Dünyayı ateşe vermeye çalışan “IQ fukarası” bir delinin korku tellallarının gözü aydın olsun! Şu trajik manzaraya bakın ki, savaşa evet demezseniz “ekonomi çöker”, “Kürt devleti kurulur” gibi emperyal dayatmalarla bir medeniyetin çocukları teslim alınıyor. Oysa bu dünyada ölümden daha beter ne olabilir ki...
Çok değil, savaşın hemen ertesinde Amerikan tecavüzünün yakıp yıktığı bu kanlı ve acılı coğrafyada tek başınıza kaldığınızda yanınızda kimse olmayacak. Şimdi o çok güvendiğiniz “stratejik müttefik”iniz Amerika başınıza öyle belalar açacak ki, o zaman teselli için elinize tutuşturulan üç kuruşluk kredi bile yetmeyecek.
Ayrıca unutmayın ki, yarın “kovboy çeteleri”nin paralelinde atacağınız bir imza, bu ülkeyi de sizi de gayri meşru bir savaşın suç ortağı olmaktan kurtaramayacaktır.
Biliyorum artık “söz”ün ve yazının bir anlamı kalmadı. Muhtemelen, “ikna seansları”nda kafalarını büyük stratejik hesaplara ve devletin âli menfaatlerine emanet etmiş olan çoğu milletvekili bu uyarılara gülüp geçecekler.
Ama biz yine de bu dünyada yaşayan bir insan olarak, “beyler hep birlikte bir bataklığa doğru sürükleniyoruz, lütfen insan olmanın onurunu zedelemeyin” diyerek AK Partili milletvekillerini vicdanlarıyla baş başa bırakıyoruz.
Eğer hâlâ kalbinizde masumlar için bir yer kalmışsa, lütfen bu Amerikan yapımı fuhuşa ortak olmayın.”

***

Bu yazıdan sadece 4 yıl sonra ne oldu biliyor musunuz?
Erdoğan, TBMM’nin Irak için verilmesi istenen tezkereyi görüştüğü “1 Mart 2003” ün hemen arifesinde tezkereyi savunmayı “Amerikan yapımı fuhuşa ortaklık” olarak tanımlayarak, kendisini de “Amerikan yapımı fuhuşa ortaklıkla” suçlamış olan Ocaktan’ı, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde Bursa’dan aday gösterdi. Ocaktan 23. Dönem AKP Bursa Milletvekili olarak TBMM’ye girdi!

***

Velhasıl...
Sırf bu garip ilişkileri hazmetmekte zorlanıyoruz diye “çizik” atıldıysa üzerimize “Ankara’nın ikna odaları”nda...
“Olumsuz davranışlar içeren” yeni Amerikan yapımının “gala” sına yakışmadığımız kanaatine varıldıysa...
Biz şeref madalyası gibi taşırız bu kararı sayfalarımızda!
Ne mutlu ki genetiğiyle oynanmamış mideler, yürekler, vicdanlar, kalemler taşıyoruz hâlâ!...

***

Hem Arena’nın içi hamasetten yıkılırken bakın ne çalıyordu salonun dışında:
“Ah yalan dünya, yalandan yüzüme gülen dünyada...”
Dünün en yerinde tespiti değil mi usta!

Yazarın Diğer Yazıları