Nasıl oluyor da olabiliyor!..

Atatürk ile hem işgalden kurtuluş savaşında hem de cumhuriyetin kuruluş savaşında omuz omuza mücadele ettiği Aleviler arasındaki güçlü bağı koparmak için yine temcit pilavı servisi yapmış Ahmet Altan:
Katiline aşık olmak!
Diyor ki;
“Dersim’de Alevileri katletmeyi “yüksek şuur” olarak kabul eden Atatürk’ün resimleri Alevilerin cemevlerinde asılı duruyor.
Kendi kardeşlerini öldüren bir liderin resmini ibadethanelerine asıyorlar.
Hiç rahatsız olmuyorlar bundan...”
İdrak sorunu yaşıyor, anlamıyor;
Nasıl oluyor da böyle bir şey oluyor, olabiliyor?

***


İtiraf etmek gerekirse, Ahmet Altan’ı her okuduğumda, ismine, resmine her denk geldiğimde ben de aynı soruyu soruyorum kendime:
Nasıl oluyor da böyle bir şey oluyor, olabiliyor?
Nasıl oluyor da muhafazakarlar yaymaya, yaşamaya çalıştıkları bütün ahlaki değerlerin köküne kibrit suyu döken, her türlü sapıklığın, sapkınlığın tebliğini yapan birini kanatları altına alabiliyor?
Nasıl oluyor da, misyonlarını “diyalog”la yerine getirmeye çalışan, bu yönde “ılımlı yaklaşımlar” geliştirenler, Altan gibi “sado-mazohist” eğilimlere sahip birinden medet umabiliyor; bu, ne kadar zorlarsan zorla “mozaiği imkansız” olan iki uç, nerde, nasıl, hangi sebeple birleşebiliyor?
Nasıl oluyor da “Allah rızası için hizmet” edenler, “yasağın, ayıbın, aşağılanmanın çekiciliği vardır” deyip hayvanlarla seks sapıklığını savunan birinin daha çok insana ulaşmasında “köprü” vazifesi görebiliyor?
Nasıl oluyor da “muhafazakar sermaye” din-iman tanımayan (hadi bu kul ile Allah arasında diyelim) daha beteri milleti dinden imandan çıkaran birini finanse edebiliyor; gazetesini basabiliyor, dağıtabiliyor, iktidar nimetlerinden nemalandırıyor, reklam pastasından “doyurucu” dilimlerle besleyebiliyor?

***


Ezan sesini duyduklarında, “hımmm demek ki sen namaz kılmıyorsun” kınayıcı, dışlayıcı, fişleyici bakışlarıyla etraftlarını süzenler; nasıl oluyor da o abdestli elleriyle ensest avukatlığı yapan birinin “elinden tutabiliyor”?
Nasıl içlerine siniyor, nasıl utanmıyorlar, nasıl Allah’tan korkmuyorlar da, “Bir erkek kardeşle kız kardeşin, bir anne ile oğlun, bir baba ile kızın arasındaki sevginin son noktası olan sevişmeye ulaşmalarında bir yanlışlık olmadığını” savunan ve “Sekste sınıra inanmıyorum. İki insan da istiyorsa her şey olabilir” diyen birinin elinden çıkan Taraf’ı ibadethanelerine sokabiliyorlar? Hiç yüzleri kızarmadan sahiplenip, otobüste, tramvayda, okulda, sokakta göstere göstere taşıyor, “Müslüman mahallesi”nde meşruiyet kazanmasını sağlayabiliyorlar?

***


Acaba ben de bir sorun var diye düşünmeye başladım...
Aklım almıyor.
Bir türlü izah edemiyorum;
“Kadınlarda fahişelik eğilimi” olması gerektiğini savunan biri, kadınlara “içlerinde düşmüşlük özlemi olan potansiyel fahişeler” gözüyle bakan biri nasıl oluyor da, muhafazakar kesim tarafından “bacıları”nın da olduğu masalarda ağırlanabiliyor?
Bir “sapıklık/sapkınlık tebliğcisi” ile ne kadar “ileri demokrat” olursa olsun bir “muhazakar” nasıl oluyor da kah-kih kih, can ciğer kuzu sarması olabiliyor, secdeye değen alnını nasıl böyle biriyle kafa kafaya veriyor?
Kendini hiç mi kirlenmiş hissetmiyor?
Karısı, kızı, kardeşi için hiç mi endişelenmiyor?
Bu neyin kafası, bu neyin midesi, bu neyin tahammülü böyle!

***


“Vatanı bir kadın memesine satmaya” hazır olan biri kalkmış “başörtülü resepsiyon” güzellemesi ile “dindar kadın hakları savunuculuğu”na soyunuyor!
Nasıl oluyor?
Marka değerini sıfırlamış birini allayıp-pullayıp yeniden piyasaya çıkaran muhafazakarlar hiç mi kuşku duymuyor: Ya bu da “yaşlı kadınlardan hoşlanırım” diyen Ahmet Altan’ın fantezilerinden biriyse?..
Keşke zihin de şeffaflaşabilse...
Görmüş olurduk hep bilrikte;
Bir sapkının “başörtüsü ittifakı”yla kazandığınızı zannettiğiniz zafer, “başörtülü kadınlardan hoşlanırım” temalı “müstehcen bir düş”ün orta yerinde, kendi eşinizi/evladınızı/annenizi gördüğünüz gün uğradığınız ebedi yenilgiden kurtarmaya yetecek mi!




Öyle bir cevap verdi ki...

İdeolojik körlük içinde olduğu gerekçesiyle çok sık eleştirildi Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisi... Denk geldiğim zamanlarda “sağ” ile “sol” arasındaki saf tutma biçimini görünce ben de “Yuh artık, insaf” dedim çoğu kere... Doğruya doğru, yanlışa yanlış; yalan yok bizde... Önceki gece yayınlanan bölümde, mahalle esnafının, ellerinde bayraklarla okuldan dönen çocuklarla karşılaştığı sahnedeki “23 Nisan okullara tıkılacak kadar alelade bir gün değildir” göndermesinden sonra, alkışlar senariste!




Nerde bu darbeci gazeteci arayanlar

Bugün birşey daha var anlamadığım;
Onca gazetecinin “darbecilikle, terörle ne ilgisi var bizimki gazetecilik faaliyeti” diye yemin billah etmelerine rağmen guguklaşan hukuk zulmüyle inim inim inletildiği, analarından emdikleri sütün burunlarından getirildiği bir ülkede,“darbelerle-darbecilerle hesaplaşmacı” iktidarın ve yargının, yıllardır ısrarla “ben darbeye zemin hazırladım” diyen gazeteciye kayıtsızlığının nedenini anlayamıyorum.
Hedef göstermek için söylemiyorum (hoş hedef almak isteyen olsa kitap kitap itirafnameden sonra çoktan gereğini yapardı) ama bir gariplik yok mu bu işte?
Bir taraftan “yapmadım” diyeni “yaptın, yaptın” deyip hücerelere tıkacaksınız...
Diğer taraftan “yaptım” diyeni “yok o sayılmaz” deyip Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın uçağında ağırlayacaksınız!
Hasan Cemal’den bahsediyorum...
Önceki gün, Habertürk’te Belkıs Kılıçkaya’nın sorularını yanıtlarken bir kere daha tekrarlamış gazetecilik maskesiyle darbecilik yaptığını. “Bile isteye suç işledim” demiş:
“Medya 12 Mart’ta da, ki ben de içindeyim, 28 Şubat’ta da bu darbelere öncesinde ve sonrasında destek verdi. Darbeyi tertip eden ve gönüllü destekleyenler, perde arkasında işbirliği yapanlar ne nasıl yapılacağını planlanyanlar tabii ki darbenin suç ortağıdır. Bu bir suçtur... Devrim’in yazıişleri müdürlerinden biri de bendim. Yaptığımız suçtu. Bilinçli olarak, kurumuş bir cunta hareketiyle hükümeti devirecek bir tertibin içindeydik. Darbe ortamının hazırlanması için her şeyi yaptık. sağa sola bomba atılmasının düşünülmesi dahil. Benim ve çevremdekilerin yaptığı suç niteliği taşıyordu.”
Bu Hasan Cemal demokrat, Mustafa Balbay darbeci...



BASINDAN SEÇMELER


Hem Ahmet Hakan’a hem Aydın Doğan’a çaktı
Bir yazana bakarım. Bir de bakarım...
Yazdıran adam mı diye!

Başbakan İstanbul’da kule açılışı yapıyor, kurdela kesiyor ve nutuk atıyor. Dünya markası olmuş “Trump” isimli Amerikalı’ya muhtemelen “marka hakkı ödeyerek” kule diken işadamı da Başbakan ağırlıyor, kızları, damatları, torunları; ailesinin bütün üyeleriyle Başbakan’ı alkışlıyor, kurdelayı birlikte kestikleri fotoğrafı ertesi gün kendi gazetelerinde 9 sütuna manşetten yayınlatıyor, kendi TV’lerinde ana haberde canlı yayın yapıyor.
Bu olay nedir?
Ne anlama gelir?
Başbakan, siyasi gücü eline geçirmiş olmasına güvenerek kule diken işadamını; 73 milyonun önünde mafya lideri “Al Capone”ye benzetmiş, “ahlaklısızlık-utanmazlık” diyerek çok ağır hakaretlerde bulunmuş, kule diken işadamı da Başbakan için “ben senden Hilton arazisi için imar değişikliği istemeye gelmedim...” demiş;Başbakan’ı 73 milyonun önünde “yalan söyleyen” kişi durumuna düşürmüştü.
Gazeteci bunu görmesin mi?
Bütün gazeteciler; başbakan ile barıştı diye bu kule diken işadamını mı alkışlasın, yüceltsin, övsün?
Öyle mi?

***


Kule diken işadamı yazıya kızdı.
Çok kırıldı.
Kendine küfür saydı.
Çağırdı gazetesinden
yazarı.
“Yaz oğlum Ahmet”
dedi.
Ahmet de; “bazı eleştirel yazılar çıkıyor, ne diyorsunuz?” diye bir çanak soru sordu ve kule diken patronu işadamının; “...(!) her lafa verilecek cevabım var. Lakin bir lafa bakarım laf laf mı diye, bir de bakarım söyleyen adam mı diye...” cevabını yazdı.
Alkışla patronu!
Sana adam desin!

***


Kule diken ve kendisine “yayımcı işadamı” etiketi veren işadamı; 35 yıldır gazete sahipliği yapıyor, gazetecilerin “güç kaymasını anlatan ve işadamlarının siyasi gücü hep arkalarına aldıklarına vurgu yapan” yazılar da yazabileceğini öğrenemedi. Sadece para, servet, mülk, arsa biriktirmeyi fevkalade iyi öğrendi.
Ben ne diyeyim!
Bir yazana bakarım...
Bir de bakarım...
Yazdıran adam mı diye!
Necati Doğru / Sözcü




Genelkurmay Başkanlığı’na not

Genelkurmay sitesi güncellenmişmiş, bu yüzden Anıtkabir ziyaretçi sayısı “yıllık” olarak verilmeye başlanmışmış.
Yaptığınız açıklama inandırıcı
değildir.
Ziyaret rakamlarını haftada ya da ayda bir açıklamamanın hiçbir mazereti olamaz. Atatürk sevgisinin ve cumhuriyet coşkusunun büyüklüğü birilerini rahatsız edebilir. Ancak Genelkurmay onlara teslim olamaz. Rakamları eski düzende haftalık veya aylık açıklayınız...
Melih Aşık / Milliyet




Diasporaya ne hacet!..

- ‘Türk milli stratejisi’denebilecek bir yaklaşım var ve amacı Türk olmayanların, özellikle de Müslüman olmayanların bu coğrafyadan kültürleriyle birlikte kazınması. Ortaya çıkan ganimetin de münasip bir biçimde paylaşılması...
Etyen Mahçupyan / Zaman


- Hayal edin şimdi; semtin sayıları çok azalmış Ermeni ailelerinin bir çocuğu “Türk Beyi Sokak”ta bulunan evinden çıkıp okuluna giderken nasıl bir yol haritası izleyecek. Şöyle herhalde: “Bozkurt Caddesi”nden girip “Savaş Sokak”a çıktıktan sonra ilk solda bulunan “Ergenekon Caddesi”nde 50 metre kadar ilerleyip “Kurtuluş Caddesi”ni kullanarak “Silahşör Sokak”a çıkınca biraz ilerde karşısına “Talat Paşa Okulu” çıkacak. Acele etmesi lazım ama, çünkü “Andımız” başladı başlayacak! Kötü bir şaka gibi değil mi?
Kürşat Bumin / Yeni Şafak


- Tehcirin kapsamı, asıl tehdide göre geniş tutuldu; kısa sürede zâlimâne uygulandı ve hükümet, tebâsından yüzbinlerce insanın -en hafif tabirle- katledilmesine seyirci kaldı... Bir kollektif cinayeti gördükten sonra susmak, ahlâkı zehirliyor.
Ahmet Turan Alkan / Zaman


- İmha politikalarının sonucunda kaç Ermeni’nin öldüğü tam olarak bilinmiyor. Çünkü ölenlere ne yapıldığı (...) karanlıkta bırakıldı.(...) Unutmayalım, “yüzbinlerce insan”dan söz ediyoruz ve bunların çok büyük bir kısmının mezar taşı bile yok.
Mithat Sancar / Taraf




Bu ne insafsızlık

Belge gösterdi.
20 Nisan 1936 tarihli.
Cumhuriyet gazetesi.
“Bu ne insafsızlık, Seferihisar’da tarihi cami ahır yapılmış” başlıklı haberin kupürü.
(...)
Peki haberin içinde ne yazıyor?
“Seferihisar’ın Hereke Köyü’nde bir cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre, 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse, kıymettir.”
Yani?
Camiyi ahır haline getiren, CHP değil, işgal sırasındaki vandallıktı.
(...)
1936’da CHP tarafından ahır haline getirildiği iddia edilen o köydeki camiyi, 1936’da, bizzat CHP cami yaptı!
Kasım Çelebi Camii...
Metruk halde bulundu. Sadece antik ören yerlerinden araklanarak monte edilen sütun duvarı ayaktaydı. Revakları temizlendi. Minaresi onarıldı. İbadete açıldı. Kupürün başlığını gösterip, içinde ne yazdığını anlatmayan iktidarlar, Menderes’ten Demirel’den beri “İzmir’de tarihi camiyi ahır yaptılar” sakızını çiğniyor ama... İzmir Seferihisar’daki o tarihi caminin tarihi medresesini yeniden açmak da CHP’ye nasip oluyor!
Seçimi ezici üstünlükle kazanan CHP’li Belediye Başkanı Tunç Soyer, CHP tarafından ibadete açılmasına rağmen, CHP tarafından ahır yaptırıldı denilen Kasım Çelebi Camii’nin medresesini restore ettiriyor. Proje hazırlandı, Anıtlar Kurulu’na sunuldu, kabul edildi, kaynak tahsis edilmesi için İl Özel İdaresi’ne başvuruldu, bugün yarın inşaatına başlanacak.
Dolayısıyla... Söz konusu kupürün sadece “bu ne insafsızlık” tarafı doğrudur. Mustafa Kemal Atatürk’ü camiyi ahır yaptıran kişi olarak göstermek... Hakikaten insafsızlıktır.
Yılmaz Özdil / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları