Namusumuz iki paralık
Devletin onurunu, milletin namusunu lekeleyen çuvalcı Amerikalı, elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolanıyor, Emine Hanım’ın başörtüsü için kavga edenlerin umrunda değil
Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetler Karargahı’nı basıp, başlarına çuval geçirttiği 11 askerimizi Bağdat’ta işkence altında sorgulayarak, 60 saat hücrede tutan Ray Odierno’nun bir gün Genelkurmay Karargahı’nda misafir edileceğini (yok, yok öyle alıkoymanın kibarlaştırılmış hali değil, mecaz, ima aramayın, bildiğiniz misafirlik) söyleseler inanır mıydınız?
Bunun olabileceğine inanmak için birkaç gün öncesine kadar bir tek neden vardı; Türkiye’nin, bu olayı “Amerikalıların pratik bir yöntemi” olarak niteleyip, “normal” karşılayan Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı yapabildiği bir ülke haline gelmesi...
İnanmamak için ise... Saymakla bitmez; Çünkü Türkler askerliği “onur”la, “şeref”le özdeşleştirmişlerdi... Çünkü Türk askeri için silah namustu, onu elinden alanı, namusunu elinden almış sayardı... Çünkü Türk askeri teslimiyet yerine ölmeyi yeğlerdi... Çünkü bu ülkede askere giden her genç ilk önce bunları öğrenirdi. Okula giden her çocuğa, bunların örnekleriyle dolu olan bir tarih şuuru aşılanırdı.
Böyle devlet olunuyor
Muhiddin Nalbantoğlu yazdı dün. İşgal yılları... İngilizler Meclis-i Mebusan’ı basıp bir grubu esir alıyorlar ve tutuklayarak Malta Adası’na sürgüne gönderiyorlar. Ülkenin her yanı yangın yeri, işgal devam ediyor. Bu ortamda dahi Atatürk pazarlığa yanaşmıyor. İngiliz subaylarını tutuklattırıyor ve Malta’daki Türkler geri getirilmezse, bunları kurşuna dizeceği haberini yolluyor. Dört yandan ablukaya alınmış “elde kalan son vatan parçası”nı savunmak için çırpınan bir Türk askeri, savunduğu toprak parçasını bölüşmek için gün sayanların tepkilerine aldırış etmiyor ve esir edilen Türkleri, Ankara’ya ayağına kadar, sağ salim getirtmeyi başarıyor.
Mustafa Kemal açısından bu bir “başarı”mıydı derseniz; bence O sadece “bir asker olarak yapması gerekeni yaptığına” inanıyordu. Çünkü işgalin, “üzerine düşeni yap(a)mayan”, koltuğunun, adının, ünvanının hakkını vermek yerine, boyun eğmeyi, hazmetmeyi, sindirmeyi tercih eden padişahların, sadrazamların, paşaların hatalarının bedeli olduğunu görüyordu.
Üniformasının hakkını verdi
Bugün attıkları manşetler, iftira ve hakaretleri, devletin zirvesinde “övünç” ve “şeref” madalyalarıyla taltif edilmiş gazileri dahi intihara sürükleyenler için birşey ifade eder mi emin değilim. Ama, bir askeri var edenin, “namusu” saydığı vatanına, silahına, milletine göz dikenlere meydan okutan cesaretin yanısıra, üniformasını lekelediği anda tereddüt etmeden canından vazgeçiren onur olduğunu gösteren bir başka tarihi örneği hatırlatmanın yeridir:
“... 27 Ağustos 1922 sabahı. 57. Tümen, Sincanlı Ovası’ndan Dumlupınar’a kadar tüm yolları tutan ve Büyük Taarruzun en stratejik noktalarından olan Çiğiltepe’yi kuşatmış. Saat 10.30’da Mustafa Kemal telefonda:Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?
- Komutanım, yarım saat sonra alacağız.
- Başarılar diliyorum.
Mustafa Kemal (10.45):
-Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
- Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.
Mustafa Kemal (11.00):
- Reşat Bey’i istiyorum.
- Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum: Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.
11.45 Başkomutanın telefonu çalar:
- Çiğiltepe alınmıştır komutanım. ”
Albay Reşat bırakın askerinin başına çuval geçirilmesini normal sayıp, çuvalcısını misafir etmeyi, görevini 15 dakikalık gecikmeyle yerine getirmeyi dahi üniformasına düşen leke saymış ve revolverini şakağına dayayarak ölmeyi tercih etmişti. (27 Ağustos 1922)
Nitekim bu olaydan tam 85 yıl sonra, Dağlıca Taburu’na düzenlenen ve 12 askerin şehit olduğu olayda kaçırılan 8 askerin ailelerine kavuştuğu gün, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e “kurtulmalarına fazla sevinemedim” dedirten, Türk askerinin var-saydığımız bu karakteristiğiydi.
Van Askeri Mahkemesi’nin o 8 asker hakkındaki gerekçeli kararını hatırlayın: “Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, mevzuat hükümleri uyarınca sanıkların şahsi tehlike korkusunu yenerek mücadelelerine devam etmeleri, silahlarını bırakarak teslim olmamaları gerektiği açıktır.”
Muhalefet ayakta uyuyor
Yeniçağ’ın dünkü birinci sayfasında, en az manşet kadar çarpıcı olan bir başlık daha vardı. Yukarıda hatırlattığımız olayların temel duygusunu referans alıyordu:
“Türk milleti bu kahpeliği unutmaz”
Bugün görebildiğimiz Türk Milleti’nin olmasa da, ona vekalet edenlerin “bu kahpeliği” çoktan unutmuş oluşuydu. Ülke olarak ne zaman onurumuz ayaklar altına alınsa, kameraların karşısına geçip “ikinci çuval” diye kınayanlar onlar değildi sanki.
Erdoğan’ın Davos’taki “tavrı” inandırıcı gelmedi mi? Sormuş Deniz Baykal:“Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirildiğinde neredeydiniz?”
AKP’nin hükümet programını mı beğenmediler. Almış mikrofonu Kemal Kılıçdaroğlu: “Türk askerinin başına çuval geçirilen bir hükümet, nasıl oluyor da en parlak hükümet olabiliyor?”
İfşa edilecek açık mı aranıyor. Vermiş soru önergesini Ahmet Ersin: “ABD askerleri, baskına uğrayan Türk timinin kaldığı karargâha, hiçbir engelle karşılaşmadan nasıl girebildiler?”
Erdoğan’ı Türk askerinin kurtarıcısı yapmaya kalkışan mı olmuş. Geçmiş grubunun karşına Devlet Bahçeli: “Bu pişkin Başbakan kimdir? Davos’ta ‘şahin’, Süleymaniye’de ise ‘serçe’”... “
ABD’deki koruma krizi guruna mı dokunmuş, düzenlemiş basın toplantısını Oktay Vural: ”Ne sebeple olursa olsun Başbakan’a yapılan muameleyi kınıyorum. İkinci çuval geçirme hadisesidir “
İsrail, büyükelçimizi alçak koltuğa mı oturtmuş, adını koyuvermiş Deniz Bölükbaşı : ”Bu olay, Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi kadar ağır bir olaydır. “
TSK’nın sınırötesi operasyonu beklenenden kısa mı sürmüş, arkasında ABD var diye düşünmüş Masum Türker: ”İkinci kere Türkiye çuval harekatıyla karşı karşıya.“
Asker, devletin namusu
Diyelim Bahçeli’nin ifadesiyle ”pişkinlik“ sergileyen Erdoğan’ın, müsteşarını çuvalcının ayağına göndermesinde, bakanlarının ve istihbarat görevlilerinin çuvalcıyla özel toplantılar yapmasında şaşılacak bir şey yok... Yukarıda örnekledim işte; ya, çuvalı, 7 yıldır Türk siyasetinin ”onur “ ölçüsü olarak kullanan muhalefete ne diyeceğiz?..
Ya asker? Genelkurmay Başkanı’nın çuvalcıyı, daha birkaç hafta önce ”girdiler, deldiler, sızdılar, namusu gitti“ diye ayaklandığımız ”karargah“ında ağırlamasını nasıl hazmedeceğiz? Daha fenası ”asker“ nasıl hazmedecek, hazmetti, hazmetti mi, hazmettirildi mi?... Bir sürü soru varken sorulması gereken, hangimiz ”Ne olmuş yani Hilmi Özkök ’tamamen pratik bir çözüm’ demişti, İlker Başbuğ da ustasından ’pratik tarifler’ alıyordur“ deyip boşverebiliriz bu manzaraya?
Beğenmediğimiz İsrail’e bakın; sınırda görev yaparken, 2006’da Hamas’ın kaçırdığı Gilad Şalit uğruna Gazze’yi cehenneme çevirmedi mi? Şalit serbest bırakılmadan Gazze ablukasını kaldırmayacağını, bu konunun pazarlığa kapalı olduğunu ilan etmedi mi? Şalit’i kaçıran Hamaslı grubun lideri, İsrail Genelkurmay’ına girsin bakalım elini kolunu sallayarak... Onlar da ”Hoşgeldiniz“ diyerek kapılarda karşılasınlar... Mümkün mü?
Nasıl asker için silahı ”namus“ ise, kendisine ”devlet“ diyen yapılar için de ”askeri“ namus değil midir?
Hesap sorulmalı
Gazeteci Turan Yavuz Süleymaniye’deki baskının, dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in emriyle başlatıldığını, istihbarat kaynağı olarak Celal Talabani’nin, rehber olarak da oğlu Bafel Talabani’nin kullanıldığını iddia etmişti. Haliyle Türk basınındaki, Cengiz Çandar gibi Wolfowitz’in ”derviş“ olduğunu düşünen, Talabani’nin de ”ulaklığı“nı yapan gazeteci maskelilerden, bu olayın ”normalleştirilmesi“ çabalarına dikkat çekmelerini beklemek garip olur. Ama 4 Temmuz 2003 günü yeri göğü inleten muhalefet partilerinin mensuplarından, mensuplarının kafasına çuval geçirilmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ve ”başkomutan“ sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı’ndan, hatta kimle neyin pazarlığını yapmış olurlarsa olsunlar ”devlet yöneticisi“ sıfatıyla AKP’li Başbakan ve şürekasından tepki beklemek, vermiyorlarsa nedenini sormak, en tabii hakkımız olmalı...
Eğer her bir asker hâlâ görevine ”Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim“ diyerek başlıyorsa... Yani hala ”namus“ meselesiyle ”askerlik“... Ve o üniformayla sembolize edilen özünde bütün milletin namusuysa, şerefiyse... Bütün annelerin, bütün eşlerin, bütün kardeşlerinin başının örtüsü, gözünün yaşıysa... O üniformaya layık olmak için şehit olan binlerce vatan evladının annesinin, karısının gözyaşlarına mahkum olmaktan fazlasını beklemek hakkımız olmalı.
Şimdi Sayın Başbakan, eşinizin başındaki örtünün, minicik elleriyle, işgalci Fransız askerlerine karşı koyan Antepli Kamil’in annesinin başındaki örtüden daha farklı bir anlam taşıdığına inanmıyorsanız, ”Vurun Antepliler namus günüdür“ diyenler gibi sizin ”namusunuzun“ da önce ”vatan“ olması gerekmez mi? Eşinizin başörtüsü için kopardığınız kızılca kıyametin binde biri kadar tepkiye değer bulmadığınıza göre, sizin için ülkenin namusu, eşinizin başörtüsünden sonra mı geliyor? Namusunu koruyamayan bir ülkenin kadınlarının namusunu koruyabileceğine inanıyor musunuz gerçekten? Ebu Garip’te tecavüze uğrayan Iraklı kadınların feryadını duymamış olmalısınız. Kulağınızı mı tıkamıştınız?
Evet iktidarı-muhalefetiyle bütün saflardaki ”milletin vekilleri“, uğruna üç gündür toplantı üstüne toplantı, açıklama üstüne açıklama yaptığınız kırılan gözlüğünüz tamir edilir, yumruk yiyen yüzünüzdeki morluk geçer, stresten sıkışan kalbinizin damarları bile açılır da, çiğnenişini görmezden geldiğiniz onurunuz, lekelenen namusunuz geri gelir mi?
Biliyorum bugünlerde ”Sex and the City“yi rol modeli alanlar çoğunlukta. Yine de hatırlatmak isterim öyle kendi mahallelerinde ahlak abidesi kesilip, düğün öncesi ‘diktiren’ kızlarınki gibi ”tamir“i yok gerçek namusun; gitti mi gider. Sözün özü; ülkenin namusunu korumakla görevli olanların önce kendi namus ve şerefini koruyabilmesi gerekir. Öyle değil mi Sayın Genelkurmay Başkanı? Siz ne dersiniz?
* * *
Çongar’ın tarifiyle ‘dinsiz’ GATA
“Başbakan Bülent Ecevit, son yolculuğuna GATA’nın Cennet Kapısı’ndan geçerek başladı... GATA morgunun açıldığı ve üzerinde Cennet Kapısı yazan küçük tören odasında, GATA imamıyla birlikte dua edenlerin çoğunluğunu komutanlar oluşturuyordu.”
Ben yazsam, neyse... Taraf Gazetesi’nin genel yayın yönetmen yardımcısı Yasemin Çongar yazmıştı bunu, Milliyet’teyken. Eski defter’ler moda ya bugünlerde... Hatırlamak isteyen, hatırlar. İnanmayan, arşive bakar. GATA’daki törene katılanlar, Cennet Kapısı yazan salonda toplandı. GATA imamıyla birlikte dua edenler arasında, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Genelkurmay Başkanı’nın yanı sıra, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile kuvvet komutanları vardı. GATA imamı, Kuran-ı Kerim’den sureler okudu. İmam, edilen duaların sevabını, Hazreti Muhammed, İslam büyükleri, Atatürk, silah arkadaşları ve Ecevit’in ruhuna hediye etti. Cennet Kapısı. Kadrolu imam. Kuran-ı Kerim. Hazreti Muhammed. Mustafa Kemal. GATA işte bu. “Dinsiz” dedikleri GATA.
l Yılmaz Özdil / Hürriyet
* * *
GÜNÜN SÖZÜ
Ahmet Hakan’ın demokrat demesi kimseyi demokrat yapmaz. Kendisinin demokrasi ölçüsünü gösterir.
l Melih Aşık
(“Nazlı Ilıcak demokrattır” sözü üzerine, gercekgündem.com’a verdiği röportajdan...)
* * *
Bir çeşit ‘sit-com’ karakteriymiş
Bilderberg ve Rodos meselelerinde fena duvara tosladı mesela.. Bir de köşesini babasının malı gibi kullanması çok zarar verdi itibarına: Ne gereği vardı yalı izni koparmak uğruna eski Beykoz Belediye Başkanı’na övgüler düzmeye; bu kadar küçülür mü bir gazeteci? Şimdi Meclis gündeminde bu yalı... Tabii para hırsı, birkaç yere kapağı atıp 105 bin liralık aylık gelire ulaşmak da bu mesleği neyin aracı olarak kullandığı konusunda da yeterli fikri verdi... Kaldı ki iktidar nezdinde de bir ağırlığı, kabulü yok anladığımız kadarıyla. Başbakan ondan hiç hoşlanmıyor, yanına pek yaklaştırmamaya özen gösteriyor. Koru yaklaşmak için her türlü numarayı çekiyor ama nafile... İktidar sahibi gazeteci olmanın tadını bugün başkaları çıkarıyor. Böyle böyle bitti Fehmi Koru... Maalesef, kendi sonunu da kendisi hazırladı... Benim açımdan çok çarpık bir düzenin yarattığı simgelerden biri. Gazetecilikte nasıl olunmaması gerektiğinin, kulis yazarlığının kendi çıkarları için kullanılmasının canlı bir örneği... Bu yüzden de yazılası bir tarafı vardı... Ama eskiden... Ancak onu ciddiye almamaya başladıkça, yazılarımda bir tür ‘sit-com’ karakteri gibi bahsetmeyi tercih ettim: Kanat Atkaya’nın ‘Topeto’su, Selahattin Duman’ın ’Kemal’i gibi ‘Kolonya kokulu Fehmi’ de benim ‘köşe kahramanım’...
l Oray Eğin / Akşam
* * *
MİNİ YORUM
Türkçü kanadın tasfiyesi
Milletvekillerinin yumruklaşması döndü dolaştı nereye vardı dersiniz? MHP içindeki “Türkçü” kanadın tasfiyesi taleplerine. Gazete köşelerinden yağmur gibi “mukaddesatçı olun” öğüdü yağıyor. Anlamadığım bu adamların hiçbiri MHP’li değil. MHP’ye oy vermezler. MHP’nin “neci” olduğu üzerine bu kadar kafa patlatmalarına sebep ne? Ilımlı İslam’ın mevkidaşı Ilımlı Milliyetçilik alternatifi de cepte olsun mu istiyorlar?