Münferit olaylarmış

Uluborlu Selahattin Karasoy Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin Yeniçağ’a gönderdiği mektuptaki iddiaları reddeden Müdür Veysel Gürdal, “Olayları inceledim, münferit, basit ya da adi ve geçmişte kalmış” dedi
Süleyman Demirel Üniversitesi, Uluborlu Selahattin Karasoy MYO okulunda okuyan bir grup öğrencinin yolladığı ve yaşadıkları baskıyı anlatan mektubu iki hafta önce yayımlamıştık. O günden sonra gerek Uluborlu’dan gerekse başka il ve ilçelerde okuyan, çalışan, ikamet eden Uluborlulu’lardan iddiaları “yalanlayan” çok sayıda mesaj aldık. Almaya da devam ediyoruz.
Belirtmeliyim ki; aynı oranda iddiaları doğrulayan mesaj da geldi e-posta kutumuza; imzalı, iletişim bilgili; meçhulden değil yani... Gelmeye de devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta sizden gelenler sayfası yapmadığımız için bu tepkilere yer veremedik. “Tek taraflı” davrandığımızı düşünenler oldu. (Yeri gelmişken belirtelim, bu haftadan itibaren sizden gelen yazı ve yorumları Pazar günleri yayımlayacağız...)
Hepsini temsilen Uluborlu Selahattin Karasoy MYO Müdürü Yrd. Doc. Dr. Veysel Güldal’ın açıklamasından bölümleri yayınlıyoruz:
“Sorumluluk bilincine sahip bir idareci olarak, yazıda bahse konu olayları ayrıntılı bir şekilde inceledim. İncelemenin sonucunda; bu olayların münferit ve çoğu geçmişte kalmış ”basit ya da adi“ olaylar olduğu görülmektedir. Mesela, Okul içi ve çevresinde fiili hiçbir kavganın olmadığı görülmüştür. Hele hele, yurttan ve evden ”adam kaldırmak“ gibi vahim olaylar asla olmamıştır. Sadece öğrenciler arasında basit kız meseleleri ve şahsi kırgınlıklara bağlı münferit ve her yerde olabilecek sürtüşmeler olmuştur. Bu tip olayların dahi fiili bir kavgaya gitmediği görülmüştür. Okulu bırakanlar konusuna gelince, bunların ailevi ve ekonomik sorunlar ve yeni bir Üniversite kazanıp kayıt yaptırmak gibi nedenlerden dolayı gerçekleştiği sabittir.
Asılsız söylentiler
Okulumuz ve Uluborlu muz, barışın ve hoşgörünün egemen olduğu ve halkın öğrencilerle kaynaştığı bir beldedir. Bu yazıyı yazan kötü niyetliler, Okumuzdaki bu barış ve huzur ortamını sabote etmek için bu ”asılsız söylentileri“ kaleme almışlardır.
Bu yazıda doğru olan tek olay, iki hafta öncesinde İlçemiz Kaymakamlığınca (Spor ilçe Müdürlüğünce) düzenlenen bir futbol turnuvasında sporun getirdiği gerginlik sebebiyle oluşan ve şu anda tamamen kapanmış olan bir kavga büyütülmektedir.
Bunu yapan insanların, Okulumuz ve Uluborlu’nun menfaatleri için
çalışmayıp tamamen şahsi hesapları doğrultusunda hareket ettikleri
görülmektedir.”
Bir tek olay bile olsa, bir öğrencinin eğitim hayatının sonlanması, yahut ruhen/bedenen yara almasına neden olmuşsa “münferit” deyip geçilemez elbette.
Bizim gazeteciler olarak bu olaydaki “taraf”ımız kamu yararı, olayın tarafı değiliz. Olayın tarafları, öğrenciler, okul idaresi, iddia olunan saldırganlar ve elbette güvenlik görevlileri...
Yayımladığımız mektup, bu kadar yankı bulduysa, zannediyorum onlar da gereği için harekete geçecektir...

***

‘Başbakan’dan korkuyorum’
Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in yaşadıklarını kaleme aldığı günlüğünü okuduğumda, şimdi bunu, Türkiye’de aydınlar, düşünürler, yazarlar, çağdaşlaşmanın ne kadar önemli olduğu gerçeğine inananların yaşadıklarını görüyorum.
Din-bilim savaşına ülkeyi sürükleyenlerin bir kez daha bu gerçeğe bakmalarını isterdim. Martin Niemöller günlüğünde “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım: çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar,sesimi çıkaramadım: çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkaramadım, çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler, benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Şimdi Türkiye bu gerçeği yaşıyor, gelecekte konuşan yazan düşünen çağdaş anlayışın, Atatürk düşünce ve fikirlerini savunanların bir avuç kaldığı bir ülke yaratılmak isteniyor. Yargıya, bilimsel kurumlara, üniversitelere bilim ve düşünceye her geçen gün korku vermeye çalışmak çağdaş bir ülke olmanın çok gerisinde kalmak demektir.
Çanakkale zaferinin kutlandığı törenler sırasında Başbakanı zorda olsa dinlemeye katlandım. Başbakan, yaptığı konuşmasında nedense Atatürk adını bir kez olsun kullanmadı. Belediye başkanı olduğu dönemde bir gazetecinin kendisine sorduğu şu soruya verdiği yanıt hala unutulmadı:
“Sayın başkan her odaya bir Atatürk resmi koyacak mısınız”
Başbakanın verdiği yanıt:
“Yeteri kadar resim var diğerlerine gerek yok, kaldıracağız.”
İşte bu başkan şimdi benim ülkemde Başbakan.
Mademki düşünenlere yazarlara demokratik açılım masalında ses çıkarmayacaklarını söylüyorlar, ben de bundan cesaret alarak yazmak istedim, şimdi açılım modeliyle bazı alanlarda farklı görünmeye çalışmak, dilerim yarın Martin Niemöller’in başına geldiği gibi hala var olan bir avuç aydının yazarın bilim adamının başına gelmez.
Sanatçı ve sinema emekcilerini açılım masalında seyrederken utandım. Hangi sanatı ya da değeri savunuyorsunuz?
Sanatçı olmak bu ülkede bu kadar ucuz olmamalı?
İçinde sanatın, bilimin, çağdaşlaşmanın, cumhuriyetin, aydınlığın ve Atatürk’ün olmadığı bir anayasa ve demokrasi modelini kabul etmek mümkün değil.
Gustave Flaubert “eleştiriyi hoş görüyle karşılamak,ve bunu yapana karşı sevgiyle yaklaşmak erdemliliktir” der. Ama şimdi tüm eleştirilere kızan, bağıran, öfkelenen bir başbakandan, bu ülkenin bir ferdi olarak, “korktuğumu” söylesem başıma bir şey gelir mi acaba?
Prof. Dr. Levent Seçer / Almanya

***

Horozdan yumurta bekler gibi...
Sağlıklı bir birey olmayı istediğm kadar, sağlıklı bir civan tarafından yönetilmek istiyorum. Bunun için de, kime ne düşüyorsa o yapılmalı.. Sağlıksız yönetimlerden, sağlıklı toplum oluşumunu beklemek, horozdan yumurta beklemek kadar umutsuz bir bekleyiştir. Daha teşhis için ne bekliyor tıp adamlarımız? İkimizden birinin havuzdaki balıklara altın saçmasını mı?
Halil Arık / Denizli

***

Demokrasinin
koşulları

Gerçek bir demokrasinin, iki önemli
koşulu var. Bunlardan birincisi, ulusal
bağımsızlık ve egemenliktir.
Ülke olarak bağımsızlığınızı ve egemenliğinizi yitirmişseniz... Ülkenizin kaynaklarını nasıl kullanacağınıza siz karar veremiyorsanız... Hangi yasaların çıkarılacağına, hangi politikaların uygulanacağına ulusal yararlarınız değil de, ülkenizin dışındaki başka merkezler kendi çıkarlarına göre karar veriyorsa... Uygulanan politikalarda üreticinizin, işçinizin, köylünüzün, esnafınızın, emeklinizin, yurttaşınızın, ülkenizin yararları değil de, o politikaları dayatan merkezlerin çıkarları ön planda tutuluyorsa... Yaşamsal kurumlarınız çökertiliyor, emekçileriniz, üreten güçleriniz mağdur ediliyorsa... Topraklarınızı ihtiyaçlarınıza göre ekemiyorsanız... Çağdaş bir ülke olabilmek için, ortaçağ kalıntısı aşiretleri, tarikatları, toprak ağalığını tasfiye edemiyorsanız...
Seçimler görüntü
Bağımsızlığın ve egemenliğin olmadığı bir
düzene demokrasi denebilir mi?
Ulusal bağımsızlığın ve egemenliğin olmadığı böyle bir ülkede, çok partili bir düzen olmasının görüntüden başka ne anlamı vardır?
Üstelik, seçimler bir görüntüyse, ‘iktidar’ yolu Washington’dan geçiyorsa, iş başına gelecek partiler ve politikacılar her seçim öncesinde Kâbe’yi ziyaret eder gibi ABD’yi ziyaret edip oradaki mafya şeflerinin önünde görücüye çıkıyor, onlardan icazet alıyorsa...
Böylesi bir düzende seçim rüşvetleriyle, sandık hileleriyle elde edilen seçmen çoğunluğuna ‘milli irade’ denebilir mi?
Hukuk deveti şartı
Gerçek bir demokrasi için olması gereken ikinci önemli koşul, hukuk devletidir, hukukun üstünlüğüdür. Yasama ve yürütmenin bağımsız yargı tarafından denetlenebilmesi ve yürütmenin, bağımsız yargı önünde hesap verebilmesidir. Yargı, bir hukuk devletinde olması gerektiği gibi, yasama ve yürütmenin üzerinde değilse... Meclis’in çıkardığı yasalar ve Hükümet’in uygulamaları hukuka uygunluk açısından bağımsız yüksek yargı tarafından denetlenemiyorsa... Yargı darbesiyle, hesap sorması gereken yasama ve yürütmenin emrine sokulmuşsa... Hukuk devletinin ortadan kalktığı, yargının bağımsızlığını yitirerek yasama ve yürütmenin kontrolü altına girdiği bu faşist düzene demokrasi denebilir mi? İster asker olun, ister sivil olun; ulusal bağımsızlığınıza ve egemenliğinize ne kadar sahip çıkıyorsanız; iş başına gelmiş partilerin ve politikacıların bağımsız yargı önünde hesap vermelerini ve denetlenmelerini ne kadar istiyorsanız o kadar demokratsınız demektir... Gerçek bir demokrasi ve demokratlık için, ölçü de, ölçüt de budur. Bu ölçüye ve ölçüte kimin ne kadar uyduğuna siz karar verin...
İrfan Tuna

***

GÜNÜN SÖZÜ
Ampulün takılı olduğu duy ve satılmış aydınlardan ötürü aydınlıktan nefret eder olduk.
Yakup Yavuzer

***

AKP bir televizyon programında yayınlanan “Yetenek Sizsiniz” programında halkın seçtiği “yeteneksiz siniz”i gördükten sonra büyük kararlar
veren halkımıza daha güveni artmış ve bunun etkisi geçmeden işi
aceleye getirmek
istemektedirler.
Reha Uluçay

***

Milli ve ortak kanaat oluşturmak(!)
Birbiri ardına gelen açılımlar;
“Kürt” açılımı, “Ermeni” açılımı, “Alevi” açılımı, “Roman” açılımı...
Sıra “Anayasa açılımı”nda...
Dayatmasız olmalı
Halkın % 92 küsürünün onay verdiği, “Evet” dediği, ancak şu günlerde birçok kişinin, grubun veya görüşün “Darbe Anayasası” dediği “82 Anayasası”, tam 28 yıldır yürürlükte!
28 yıllık eskimiş bir anayasa, isterse bu güne kadar gelmiş geçmiş en ideal, örnek bir anayasa dahi olursa olsun, günün şartları, ülkenin ve toplumun oluşan ihtiyaçları doğrultusunda, daha da çağdaş bir yaşam için pek tabii ki ve kesinlikle değiştirilmelidir.
Ama bu, son derece titiz bir çalışmayla ve ortak bir kanaat ve irade oluşturularak gerçekleştirilmelidir.
Asla aceleye getirilmemeli ve kesinlikle de dayatılmamalıdır aynı zamanda...
Gayrı milli işbirliği
Oluşturulması gereken ortak milli irade şart ve ortadayken, hazırlanan yeni anayasanın kabulü amacıyla, BDP gibi toplumun geneli tarafından PKK’nın siyasi uzantısı olarak değerlendirilen ve Van’daki son nevruz etkinliğinde “İşgalci TC, Kürdistan’dan Defol” gibi, son derece absürt ve kabul edilemez bir slogan ile gerçek zihniyetini ortaya koyan bir siyasi partinin “evet”ine ihtiyaç duyulması, kapısına kadar gidilmesi, ne derece “milli” ve nasıl bir “ortak kanaat” oluşturmaktır!
Bunu anlayabilmek, asla mümkün değildir.
Kesinlikle üzücü, acıtıcı ve son derece de düşündürücüdür aynı zamanda...
Sabahattin Talu

***

Çok söze ne gerek...
İşte haberi: Taraf her şeyi önceden yazmış zaten. Bakan inkâr etse de... Adamların kapıdan göstermelik sorgulanıp salınıverecekleri açıklanmış. Pazarlık yaptıkları sonradan ortaya çıksa ne olur? Balık baştan kokmuş da unumuşuz... Ercan Dolapçı / Aydınlık Dergisi

***

MİNİ YORUM
Beyaz Saray büyüsü

Neredeyse Beyaz Saray’ın eşiğine okunmuş şarap(!) dökmüşler diyeceğim. Büyü mü var ne? Her adım atanın gözüne perde mi iner ! Akşam gazetesine, “ASALA’nın kurucularından Ara Toranyan’ın TESEV’in Paris’te Türkiye’yi tanıtmayı amaçlayan toplantısına gelip dinleyici olmasını büyük gelişme olarak görüyorum. Bu değişimin altında protokoller ve özür kampanyası gibi adımlar var” diye yazan kız, geçen haftayı ABD’den bildirerek geçirmişti de, içime bir kurt düştü işte...

Yazarın Diğer Yazıları