Müjde! Barış geliyormuş

Şu günlerde barış amaçlı bir diplomasi trafiği izleniyor, görüşmeler yapılıyor. Ancak hiç PKK’nın tasfiyesinden söz edilmiyor. Oysa silah tehdidi ortadan kalkmadıkça ne barıştan söz edilebilir ne de demokrasiden Abdullah Öcalan, “Devlet adına görüşmelerin 31 Ekim’e kadar başlamaması” halinde çekileceğini söyledi.
Çekilmek öyle bir kenara çekilmeyi ifade etmiyor...
31 Mayıs için de benzer bir çıkış yapmış ve verdiği sürenin bitiminde İskenderun’daki askeri birliğe ve kimi başka hedeflere yoğun saldırılar gerçekleşmişti...
Terör örgütü lideri çekileceğim derken Türkiye’yi tehdit ediyor...
Ve bu tehdit altında barış amaçlı görüşmeler yapılıyor.
Bir devlet terör örgütü lideriyle barış masasına oturmaz.
Terör örgütünün silahlı tehdidi sürerken barış görüşülmez.
Çünkü atacağınız her adım teröre taviz olarak algılanır.
Silah tehdidi altında istediğini alan örgüt sürekli yeni tavizler ister.
Şu günlerde barış amaçlı bir diplomasi trafiği izleniyor, görüşmeler yapılıyor.
Ancak hiç PKK’nın tasfiyesinden söz edilmiyor.
Duran Kalkan adlı PKK yetkilisi açıkça ifade etmişti:
'PKK’nın tasfiyesi asla söz konusu olamaz.’
Ancak şunu da herkes bilsin ki...
PKK’nın tasfiyesini öngörmeyen hiçbir barış sözleşmesinden hayır gelmez.
Silah tehdidi ortadan kalkmadıkça ne barıştan söz edilebilir ne demokrasiden.
Terör bugün durur yarın yine azar...

İki yüzlü Avrupa
Brüksel’de geçen hafta yapılan Karma Parlamento Komisyonu toplantısında terörle ilgili gelişmeler de ele alındı. Türk Emniyet yetkilileri konuşma fırsatı buldular. Ortaya ne çıktı biliyor musunuz?
AB ülkeleri ABD’nin istediği teröristleri anında bu ülkeye teslim ediyor...
Ancak PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmiyor...
Yaklaşık 300 PKK’lının muhtelif olaylarda gözaltına alındığı ancak bir tanesinin bile Türkiye’ye iade edilmediği görüşmeler sırasında ortaya çıktı.
İki yüzlü Avrupa bunu hep yapıyor. Türkiye’yi bölme hevesini her türlü ilkenin önünde tutuyor...
* Melih Aşık / Milliyet

+++++

Şimdi ne olacak Balbay’ın durumu?
Önce bir noktayı belirteyim; Cumhuriyet’ten arkadaşım, dostum, meslektaşım, yazar Mustafa Balbay artık bir simgedir. Yani herhangi bir başlıkta Mustafa Balbay adını görünce, onunla birlikte, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal ve benzeri durumda olan bildiğimiz veya bilmediğimiz diğerlerini de kastettiğimin bilinmesini isterim.
Mustafa Balbay ya da Ergenekon davası tutuklu sanıkları konusu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’nin Em. Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen “darbe günlükleri” ile ilgili dosyayı yetkisizlik kararıyla Ankara’ya göndermesiyle bir kez daha gündeme geldi.
Dünkü Cumhuriyet’in 13. sayfasında da belirtildiği gibi, bu karar ile birlikte tutukluluklara dayanak sayılan en önemli çatı da çöktü. Çöktü, çünkü binlerce sayfalık iddianameyi düzenleyen savcılık bu dosya için “davanın özü” nitelemesini yapmıştı.

* * *

Şimdi çok haklı olarak herkes şu soruyu soruyor:
- Peki şimdi Mustafa Balbay ve benzerlerinin durumu ne olacak?
Bundan sonraki hukuki gelişmelerin ne olacağı konusunu ceza uzmanı bir hukukçuya mı sormak gerekir, yoksa tecrübeli bir falcıya mı bilemiyorum.
Her iki ahvalde de, kendimi bu
konuda fikir beyan edecek yetkinlikte görmüyorum.
Ancak Balbay ile aynı tutukluluk yoluyla infaz uygulamasına maruz kaldığımız için benzer konumlarda olduk. Hani Nasrettin Hoca damdan düştüğünde, doktor getirmek isteyenlere, “Yok, benim halimden en iyi damdan düşen anlar, onun için siz bana damdan düşmüş birini bulun getirin!” demiş ya, bizimki de o hesap. Bu yüzden Balbay’a ne olabileceğini kıyas yoluyla
anlatayım.

* * *

12 Eylül döneminin önemli davalarından olan Barış Derneği davasından duruşma yargıcının Atilla Ülkü olduğu sıkıyönetim mahkemesi tarafından çoğu sanıklar sekizer yıl olmak üzere, hapis cezalarına mahkûm olduk ve daha kararın okunduğu, ama kesinleşmemiş olduğu duruşma sonunda tutuklanarak cezaevine konduk.
Askeri Yargıtay ise, aylar sonra TCK 141 - 142. maddelerden mahkûmiyetlerimizi yerinde bulmayarak bozdu.
Bu karar üzerine, biz başta olmak üzere, çevremizde herkes aynı soruyu sordu:
- Şimdi ne olacak?
Hukuk kafasıyla düşünenler aynı şeyi söylüyorlardı:
-Tutukluluğun dayanağı mahkûmiyet bozulduğuna göre, tahliye kararı gelecek.
Ama öyle olmadı. Askeri Yargıtay’ın bozma kararına karşın tahliye olmadık. Çünkü dosya mahkûmiyet ve tutuklama kararını veren mahkemeye gönderilmişti.
Kısacası, Askeri Yargıtay’ın bozma kararının teorik olarak anlamı ne olursa olsun, hukuken ve fiilen kıymeti harbiyesi “sıfır” dı.
Bidayet mahkemesi mahkûmiyet kararında direndi, tutukluluk halimiz de devam etti.
Askeri Yargıtay bidayet mahkemesinin direnme kararını da bozdu.
Bunun da kıymeti harbiyesi sıfırdı. Çünkü tutukluluk yoluyla infaz devam ediyordu.
Askeri Yargıtay’ın kendilerini çok ciddiye alan kerliferli üyeleri aslında, okulöncesi çocukların bakkalcılık oynaması gibi, yargıç kisvesiyle adalet dağıtma oyunu oynuyorlardı, hiç sıkılmadan... Konuyu uzatmayalım. Sonunda sanıkların büyük bölümü 38 ay (bir bölümü 38 ay 20 gün) hapis yattıktan sonra, tahliye oldular, hiçbiri 141- 142. maddelerden hüküm giymedi.
Ama bütün bunların kıymeti harbiyesi yoktu. Çünkü eğer mahkûmiyetleri kesinleşseydi bile, en az yatan 40, en çok yatan 20 gün daha yatıp çıkacaktı.
12 Eylül’de, adalet buydu. Tahliyemizden bu yana 25 yıl geçti, bir şey değişmedi. Şimdi aynı soruyu hep birlikte soralım isterseniz:
- Son yetkisizlik kararının kıymeti harbiyesi nedir? Şimdi ne olacak?...
* Ali Sirmen / Cumhuriyet

+++++

Çıkamamıştır çünkü yüzü tutmamıştır
Eski 29 Ekim’lerde gazetelerin çoğu “En büyük bayram” manşeti ile çıkardı. Siyasetçiler kavgalarını bir günlüğüne askıya alırdı.
Dün baktım da “en büyük bayram” bir yana özel günlerin havası bile yoktu başkentte. Siyasetçiler ve lâfın gelişi “devlet adamları” küçük bir tebessüm destekli selâmı dahi birbirlerine çok gördüler...
Anıtkabir’de YÖK Başkanı Özcan’ın başına gelen acı acı güldürdü beni:
Ayakkabısı ıslak zeminde kaydığı için mozoleye çıkamamış.
Prof. Özcan’ın hem laikliğe hem hukuk devletine karşı işlediği suçları bilmemesi mümkün değildir.
Yani Anıtkabir’de mozoleye çıkmadıysa “ayakkabım kayıyor” lâfı bahanedir.
Çıkamamıştır; çünkü yüzü tutmamıştır!
* Güngör Mengi / Vatan

+++++

İnanç ve iktidar
İnsanlık, inanca bağlı iktidarı, Avrupa’da ve Ortadoğu’da bütün ortaçağ boyunca yaşadı.
İktidar din adamlarıyla ittifak eden toprak sahiplerinin elindeydi.
Köleliğe mahkûm edilen köylüler için yöneticiye itaat, Allah’a itaat etmenin önkoşuluydu.
Avrupa feodalitesindeki toprak sahipliği, krala ya da imparatora kadar giden bir asilzadelik hiyerarşisi ile belirlenirken, Osmanlı’da bütün mülk tek kişiye, padişaha aitti.
Gerek Hıristiyan Avrupa’da gerek Müslüman Osmanlı’da, iktidarın halka benimsetilmesinin ana yöntemi dindi, mezhepti.
Yani inançtı.
İşin içine din, inanç girince, din adamları, ruhban sınıfı da iktidara ortak oluyordu.
Tabii bu iktidardaki din adamı-toprak ağası ilişkisi çok karmaşık bir nitelikteydi.
Avrupa’da kralları, imparatorları aforoz edip yalın ayak huzuruna getirten papalar, papaları dinlemeyip kendi kiliselerini kuran krallar da oldu.
Aynen Osmanlı’da kimi zaman padişahların şeyhülislamı idam ettirmesi, kimi zaman da şeyhülislamların padişahı tahttan indirmesi gibi.

* * *

Prof. Bernard Lewis, “Faith and Power”, (İnanç ve İktidar) adlı son kitabında (Oxford University Press, 2010) bu karmaşık konuya eğiliyor.
Kitabın alt ismi, “Religion and Politics in the Middle East” (Ortadoğu’da
Din ve Politika).
“Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı muhteşem kitabı ile Türkiye’yi de çok iyi çözümlemiş olan Lewis yeni kitabının “İslam ve Liberal Demokrasi” adlı dördüncü bölümünde çok ilginç görüşler dile
getiriyor.

* * *

Bence Lewis’in en harika saptamalarından biri, çağdaş demokrasilerle Ortadoğu demokrasisinin farkını, para ve iktidar ilişkisi üzerinden açıkladığı satırlar:
“Modern Amerika ile klasik Ortadoğulu siyasal sistemleri karşılaştırırsak, aradaki fark şöyle ifade edilebilir:
Amerika’da iktidar parayla satın alınır.
Ortadoğu’da iktidar para kazanmak için kullanılır.” (s. 68)
Yukardaki saptamanın, Türkiye’deki demokrasinin en temel sorunlarından biri olan, iktidar yoluyla zenginleşme, yeni zengin yaratma, adam kayırma ve yolsuzluk yapma gibi mide bulandırıcı süreçleri de kapsadığı açık.
* Emre Kongar / Cumhuriyet

+++++

İç ve dış tehditler
Milli Güvenlik Kurulu, Başbakan’ın “üç çocuk yapın” önerisini benimsedi; devletin kullanım kılavuzu olan ve “kırmızı kitap” olarak da anılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne soktu.
Savaşmayacağız artık.
Sevişeceğiz.
MGK’nın sivil kanadı...
Cumhurbaşkanı, 3 çocuklu.
Başbakan, 4 çocuklu.
Başbakan yardımcıları, 3’er.
Adalet Bakanı, 3 çocuklu.
Savunma Bakanı, 3 çocuklu.
İçişleri Bakanı, 3 çocuklu.
Dışişleri Bakanı, 4.
Kitap’a uygun.
Masanın öbür tarafı...
Genelkurmay Başkanı, 2 çocuklu.
Kara Kuvvetleri Komutanı, 2.
Deniz Kuvvetleri Komutanı, 2.
Hava Kuvvetleri Komutanı, 2.
Jandarma Genel Komutanı, 1.
Her yakaladıkları generali boşu
boşuna içeri tıkmıyorlar kardeşim...
Resmen iç tehdit bunlar!
Devlet Bahçeli, çocuksuz.
Selahattin Demirtaş, 2.
Sanırım bunlar da, MGK’ya giremeyen ve neslimizi kurutmaya çalışan dış tehdit!
Deniz Baykal’ın 2 çocuğu vardı.
Bertaraf edildi.
Kılıçdaroğlu’nun 3 çocuğu var, o yırttı.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet

+++++

Eskişehir eyaleti
Yıldızı iyice kaymakta olan birine, Ertuğrul Özkök’e değinmek istiyoruz. Parasal anlamda sıkıntısı yok ama, Amiral Gemisi’nin yönetiminden alınmasının moral bozukluğunu iyice yaşar hale geldi. Her kanala konuşuyor. Amacı ’Ben hala büyüğüm’ mesajı vermek. Buna lafımız yok. Ancak, Teke Tek’ teki bazı cümlelerinin canımızı sıktığını belirtelim. O kadar saçmaladı ki, sanki doktora tezi peşinde. En önemli zırvası ’Ben federasyondan yanayım’oldu. Verdiği örnek ’Eskişehir Eyaleti’. Yılmaz Büyükerşen’i de bu oluşumun başbakanlığına getirdi. ’AMED Eyaleti’ ve başbakanı Osman Baydemir’i ağzından kaçırmadı. Peşinden, Osmanlı’dan yanlış örnekler verdi. Oluşumu gerçekleştiren beylikleri kurucu yerine ayırıcı saydı. Bu konuda ’En iyi cevabı İlber Ortaylı Hoca versin’. Bütün bu saçmalıklara desteği Fatih Altaylı’dan görmesini atlamayalım. Zaman zaman karşı çıkan ise sadece Murat Bardakçı’ydı. Upuzun curcunadan hatırımızda kalan şikayetini de kayda geçmek istiyoruz; ’Ben yazı yazıyorum. Ters anlaşılıyor. Bu duruma dehşetle bakıyorum’. Anlayacağınız Teke Tek ismi ’Saçmalamalar’a dönüştü. Cübbeli Ahmet Hoca bile, Ertuğrul Özkök’ten daha mantıklı.
* Burhan Ayeri / Akşam

+++++

MİNİ YORUM
Ses, boy, şekil...
Cumhuriyet Bayramı’nın artık bir nedenle yaratılması gelenekselleşen resepsiyon krizini saymazsak en popüler unsuru Atatürk’ün tamir edilen sesiydi. Bir değere akademik ortamda sahip çıkılmış olmasına diyecek bir şey yok; ama “yaşasın, gerçek sesi tokmuş” coşmalarına söyleyecek şey çok. Bu sözde sevinç de artık bir fikre karşılık gelen Atatürk’ü ete ve kemiğe bürüme hali değil mi? Ne yani yarın bir gün “Kandırıldık, boyu aslında 1.90’mış dese biri daha mı sahip çıkılası olacak o boyla kazanılmış Cumhuriyet!?

Yazarın Diğer Yazıları