Milliyetçilik düşmanlığının makul (!) nedenleri
Kendisini herhangi bir kültürün değil de uluslar arası toplumun aygıtı olarak gören kişi yahut kurum için milliyetçilik sorunlu bir kavramdır. Varlığını bir milletin ya da ülkenin aidiyetleri ile ilişkilendirmeyenler için de milliyetçilik mücadele edilmesi gereken bir kavramdır. Onlara göre, kozmopolitizm dururken millilik, evrensellik dururken yerellik akla aykırı bir tutumdur.
Milli egemenlik yerine milletler arası unsurların egemenliğini koymayı amaçlayanlar, toplumların milliyetçilik direncini kırmadan bunu başaramazlar. Bu gerçekten dolayı Bilderberg’in Hollanda’lı ilk başkanı Prens Bernhard, en hayati görevlerini şöyle açıklar: “Milliyetçiliğin hüküm sürdüğü ortamlarda, insanlar egemenliklerinin uluslararası güçlü bir organa devrini kabul etmezler. Bizim önümüzdeki en hayati görev onları buna razı etmektir.” İnsanları egemenliklerini devretmelerine razı edebilmek için milliyetçiliğin her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilmesi gerekir. Bu nedenle milliyetçiliğin “hastalık”, “savaş” ve bela ile özdeşleştirilerek mahkum edilmesi onlar yönünden zorunluluk halini alır.
ABD Dış Politika Araştırmalar Enstitüsü Başkanı da benzer görüşleri dillendirmiştir. O, şöyle der: “Milliyetçilik bu yüzyılın en güçlü gerici kuvvetidir... Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını engeller, ekonomik ve kültürel gelişmeyi durdurur. Amerikan halkının misyonu, milli devletleri tarihe gömmek, onların kalan haklarını, daha küçük birimlerde birleştirmektir. Önümüzdeki 50 yılda gelecek Amerika’nındır”.
Küresel güçler, arz üzerindeki egemenliklerini milli direnişlerin kırılma kapasitesiyle yakından ilişkilendirirler. Milli kültür aşılarak, milli devlet tarihe gömülerek ve nihayet milliyetçilik mahkum edilerek ancak küresel şirketlerin mallarının önü açılabilir. Küresel pazarın sınırlarını genişletmek için milli yapıların etnisite, evrensel dinlerin de mezhep ya da cemaat birimine indirgenerek küçültülmesi gerekir. Bunu yaparken kullanılan slogan da hazırdır: “Önemli olan sınırlar değil, insanlardır.” Sınırlar yani gümrükler, uluslar arası sistemin öngördüğü ölçüde gevşek ve geçirken olmalıdır. Üniter yapılar bu sistemi destekleyecek hale getirmelidir. Eski ABD Başkanı Clinton, bu gerçeği “Küreselleşme gevşek sınırlar ister, üniter devlet yapıları küreselleşmeye uygun değildir” diyerek ortaya koymuştur.
Amaç kendilerinin yönetiminde bir “dünya devleti” oluşturmaktır. Rockefeller, ABD Dış İlişkiler Konseyinde bu amaçlarını çok açık bir biçimde ifade etmiştir: “Bir dünya devleti oluşturduğumuzda, modern dünya daha mükemmel ve dengeli olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, dünya bankerleri ve entelektüel elitin otoritesi altına girecektir.../...Entelektüel bir seçkinin ve dünya bankacılarının ulusüstü egemenliği, geçmiş asırlarda uygulanan ulusal özdenetime kıyasla, kesinlikle daha makbuldür” . Bir dünya devleti için milli ve dini yapılar etnisite ve cemaat/mezhep bağlamında küçültülerek kontrol edilebilir hale getirilmelidir.
Küresel sistemin uygulayıcıları, bu anlamda milli egemenlik ve bağımsızlık gibi karın doyurmayan lâkırdıların da eski döneme ait kavramlar olduğuna özel vurgu yapar. Sistemin etki ajanları, milli egemenlik ve bağımsızlığın değersizleştirilmesi için “sizi kimin yönettiğine değil, nasıl yönettiğine bakmanız” gerektiğini söylerler. Vatan gibi kavramların geçmiş döneme özgü, gerici değerler olduğunun altını çizerler. Onlara göre önemli olan “vatan değil vatandaştır” fikrini yaygın biçimde devreye sokarlar.
Küresel sisteme ait aparatların, milletlerin bağımsızlık, özgürlük, özgünlük, millilik ve milliyetçilikleriyle mücadele etmeleri doğaldır. Küresel sistemle katolik nikahı kıymış olanlarla mücadele etmek de milliyetçiliğin zorunlu sonucudur.