“Meydan” savaşı
Esenboğa’dan şehir merkezine -semt pazarına takılmış dolmuş gibi- dur kalk ilerleyen AKP konvoyunu izlerken -üstelik de Tayyip Erdoğan ve Suat Kılıç’ın ’buradayız’diye bağıran ceketlerine rağmen- gözümü Emine Erdoğan’dan alamadım bir türlü.
Erdoğan sanatçılara “Yazıklar olsun” derken nasıl da parlıyordu Emine Hanım’ın gözleri?
“Bu meydanları anarşistlere, teröristler mi bırakacaktık” derken nasıl coşkuyla çırpıyordu ellerini?
Başıyla nasıl onaylıyordu “Anlayacağınız dilden konuşurum”, “Senin ümüğünü sıkarız”, “Bizimle mücadeleye kalkışan bedelini ağır ödeyecek” tehditlerini?
İtiraf edeyim, Hayrünnisa Gül mü-Emine Erdoğan mı yarışında benim oyum bugüne kadar hep Emine Hanım’dan yanaydı.
Hayrünnisa Hanım’ın “herkes beni sevsin”ci -uzlaşmacı da diyorlar buna- tutumundan ziyade Emine Hanım’ın kendini beğendirme çabasından uzak hali bana hep daha “gerçek” geldi, “olduğu gibi”
Ama aslen “olduğu” buysa;
Bu ülkenin geleceğine dair endişelerim misliyle arttı benim.
“İktidar”dan bakınca bin türlü kılıf bulunabilir belki bu kışkırtıcı, çatıştırıcı, kamplaştırıcı söyleme ama ya bir kadın, bir anne, -eh torun sahibi olduğuna göre- bir nine gözüyle bakıp da nasıl mutlu olabilir -mutlu değilse bile- nasıl razı olabilir bu “milleti düşmanlaştırma” haline!
Saflık derecesinde olacak belki ama; ben sadece ülkenin değil, kendi ailesinin de akıbetinin belirleneceği şu günlerde hiçbirimiz için değilse kendi çocuklarının geleceği için Emine Hanım’dan “dur” demesini beklerdim, teşvik etmek yerine gerekirse kendisini siper ederek törpülemesini bu -sonu hiç hayır olmayan- öfkeyi...
Köşelerinden Esma Esad’a mektuplar yazanları arıyor gözlerim;
Neredesiniz, niye aynı çağrıları Emine Hanım’a da yönelt(e)miyorsunuz?
***
Beyaz TV’nin yayınında gözüme çarpan ikinci detay “kitle” nin profili.
Pursaklar, Altınpark ve Akköprü’de mikrofon uzatılan “tipler”i izlerken ister istemez Taksim’deki “tipler” geldi gözümün önüne. Neden Taksim’de olduğunu anlatırken “hukuksuzluk”tan bahsediyordu insanlar, “yasayla güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerinin gaspından” ... Bir kalemde yığınla “baskı” örneği sıralıyorlardı... “Dolu” lardı...
Ankara’dakilerin derdi neydi peki?
“Başbakan’ı yedirmeyiz” diyordu biri.
Bir diğeri “Allah başımızdan eksik etmesin” .
“Allah her şeyi görüyor”, “Başbakan doğru söylüyor”, “Başbakan’a katılıyorum” ...
O kadar...
“Tın... Tın...”
Taksim’dekiler -şu son üç dört güne damgasını vuran etiketleme operasyonunu ayrı tutuyorum- BDP’lileri engelliyor, CHP’lileri konuşturmuyor siyasallaşmamaya çaba gösteriyordu. Kimsenin avukatı yahut kimseye karşı savcı rolünü üstlenmekten yana değildiler; ne istedilerse “kendileri, gelecekleri için”di!
Ankara’dakiler tam tersi; “Başbakan’ın yoluna feda”ya gelmiş, “kendilerinden vazgeçmiş”ti!
Hangi söylem ülke genelinde daha çok taraftar toplar derseniz;
Yazık ki ikincisi!
En büyük tehlike bu bana kalırsa;
Başbakan’ın kendi elleriyle hazırladığı “Akiller Heyeti”ndeki Sorosçulardan bihaber bir gencin, cehaletten kaynaklandığı besbelli cesaretle “Başbakan’a saldıran Sorosçular, karşısında bizi bulur” diye diklenmesi...
İktidarın “PKK” yani dünyanın en kanlı, vahşi terör örgütlerinden biriyle “al gülüm ver gülüm” halini “barış” sanan bir gencin, demokratik haklarını kullanmaya çalışan insanları, sırf Başbakan’ı öyle dedi diye “kökü kazınacak terörist” sınıfına dahil edivermesi...
Bu körlük...
Bu idraksizlik...
***
Elbet bir gün güzel günler göreceğiz de; “iki meydan” arasındaki bu uçurum, “nitelik” ile “nicelik” arasındaki bu orantısızlık sürdükçe; “iktidar” olmanın yolu da “nitelik” değil “nicelik” ten geçtiğine göre zor be...
Not: Hemen karartmayın içinizi; şu her durakta bir “mitingcik” komedisi, en azından, iktidardakilerin milleti korkutmaya çalışırken aslında kendilerinin nasıl bir korku içinde olduğunu belgeledi.