Merhameti olmayanın adaletinden ne çıkar
Tuna’dan itiraf gibi cevap geldi: Yollarına çıkan “engelleri” kalemlerimizle yıkmaya çalışmazsak, gerektiğinde bel altı vurmazsak yüzümüze bakmazlar...!
Yeni Şafak yazarı Salih Tuna, Ümraniye Davası sanığı gazeteci Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan’a reva görülen zulmü kınadı diye kendi okurları da onu kınayınca sormuştuk:
İyi de kim bunun suçlusu?
Toplumun bir kesiminin kendinden olmayan “öteki” kesimin uğradığı haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan”lıktan bile beter bir pozisyon alarak “oh olsun” diyebiliyor olmasında, Tuna’nın yazarı olduğu Yeni Şafak dahil iktidara yakın -hadi biricik klişemizle söyleyelim “yandaş” - gazetelerin hiç mi payı yok?
Bu karpuz gibi yarılma halinin müsebbibi her şeyden çok “medya darbesi” değil mi?
İnsanlar arasındaki uçurumlar, 2007’den bu yana kin, intikam duygularıyla atılan ve hedef gösteren, linç eden, zaman zaman intihara dahi sürükleyebilen o manşetler, o haberler, o “Tut, tut, tut” atmosferi yüzünden derinleşmedi mi?
Velhasıl, bu duygularla yazdığım yazının sonunda şöyle bir çağrı yapmıştım Tuna’ya:
Yeni Şafak arşivine bak (okurundan gelen tepkinin nedenini) anlarsın!
Önceki gün yolladığı e-posta’da, “Yazar arşivinden bir yazı”yla cevap vermiş Tuna isyanıma.
Yazı 9 Mart 2011 tarihli. “Bir zahmet okuyunuz, ondan sonra ne derseniz başım üstüne” diyor Tuna:
“İçinden geldiğim” camiayı “tanımakta her geçen gün zorluk çekiyorum. “İslamcı” arkadaşlarımız meğer kallavi muhafazakarlarmış.
“Takva” zannettiğimiz o halleri de yoksulluktan ibaretmiş.
Parayı pulu bulduklarında anında “Vınnn Şinasi” oldular.
Elde ettikleri “değerlerin” (mal mülk, şan şöhret) sürgit “muhafızı” olmamızı istiyorlar.
Ceffelkalem döktürmemizi, majestelerinin yazarları gibi her daim “methiyeler” dercetmemizi bekliyorlar.
“Muhalefet şerhi” babından üç beş aykırı kelam etsek şappadak kaşlarını çatıyorlar.
“Nefs muhasebesine” bile tahammülleri kalmadı.
Yapıp ettiklerini “öteki”nin üzerinden meşrulaştırmaya öyle alıştılar ki; “Onlar nefs muhasebesi yapmışlar mıydı ki biz de yapalım...” demelerine ramak kaldı.
Ömer Muhtar gibi “Onlar bizim hocalarımız değil” desek ne fayda!
Zira...
Onlarla “bunlar” arasındaki farklar gitgide belirsizleşmeye başladı.
Bunlar, yani, “yeni sınıfın yeni dallamaları.
Riya, kibir, israf gani; züht, takva, infak hak getire.
Hem gitgide onlara benziyorlar, hem de onlarla kıyasıya “kavga” ediyorlar!
Hiç insan kavga ettiğine bu kadar benzemeye çalışır mı?
Bu nasıl bir kavga?
“Yeni sınıfın yeni dallamaları” hiçbir şey sormadan sorgulamadan biteviye yumruk sallamamızı istiyor.
Necip Fazıl’ın “Reis Bey” ini çağrıştırırcasına, merhameti olmayanın adaletinden ne çıkar deseniz nafile.
Haksızlık yapılmasından korktuğunuz kim varsa (kazandıklarını korumak içgüdüsüyle) “Boş ver iti” diye kestirip atıyorlar.
Bizden de, toplandıkları “terörist evi”nin önünde infaza alkış tutan vatandaşlar gibi olmamızı istiyorlar.
Yollarına çıkan “engelleri” kalemlerimizle yıkmaya çalışmazsak, gerektiğinde bel altı vurmazsak yüzümüze bakmazlar...”
Son cümle ibretlik!
İktidarın kendi medyasına biçtiği rol bundan iyi özetlenemezdi!
Rektör Gül’e “Eğitim hakkı engellemez” çağrısı
İstanbul ve Marmara Üniversitelerinde eşzamanlı olarak düzenlenen provokatif/bölücü saldırılardan sonra Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün olayların mağduru durumundaki 14 öğrenci hakkında disiplin soruşturması başlattığından, bununla da kalmayıp final döneminde bu öğrencilerin okula girişlerini yasaklayarak peşin peşin cezalandırma yoluna gittiğinden bahsetmiştik.
MHP İstanbul Milletvekilleri Ali Torlak ve Celal Adan, MHP İstanbul İl Başkanı Abdurrahman Başkan, Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Gökmen Kantar ve Avukat Adem Tulukçu öğrencilerin mağduriyetlerinin giderilmesi talebiyle dün Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Zafer Gül’ü ziyaret etti.
Ziyaret sonrası konuştuğumuz Kantar, üniversite yönetimini “kavgadan beslenenlerin ekmeğine yağ süren bir tutumdan kaçınmaya, sağduyulu ve sorumlu davranmaya” çağırdıklarını söyledi.
İstanbul Milletvekili Torlak da görüşmenin olumlu bir havada geçtiğinden bahsetti. Bu ziyaretin sonuç vereceğinden ve 14 öğrenci hakkındaki “tedbir” kararının dün itibarıyla kaldırılacağından ümitliydi.
“Aksi olursa” diye sordum. Torlak, öğrencilerinin eğitim hakkının engelllenmemesi için bütün imkanlarıyla mücadele edeceklerini ifade etti.
Not: Yazıyı yazdığım şu ana (saat 15:05) kadar henüz öğrenciler hakkındaki kararın kaldırıldığını yönünde bir haber gelmedi, aileler tepkili...
99 gün sonra hakim karşısına çıkacaklar
Odatv’deki arkadaşlar, gazetecilerin (gazetecilere göre de gazeteciliğin) yargılandığı Odatv davasının yeni duruşmasının önümüzdeki Pazartesi görüleceğini hatırlatan bir e-posta yollamışlar.
Mesajlarında Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Müyesser Yıldız’la ilgili bazı rakamlar da var. Yorumsuz sadece somut gerçeği paylaşmışlar.
Onlar;
491 gündür tutuklular; 7 mevsim, 17 ay!
99 gündür yeniden hakim karşısına çıkmayı bekliyorlar!
***
Bunlar da Odatv iddianamesindeki sayılar:
134 sayfalık iddianamede en çok “haber” kelimesi kullanılmış; tam 361 kere!
Onu 280 tekrarla “kitap” takip ediyor.
53 kez “yazı/köşe yazısı” kelimesini, 26 kez “röportaj” kelimesini ve 5 kez de “makale” kelimesini kullanmış savcılar “suç”un tarifinde!
Odatv’ciler soruyor haliyle:
“Bu rakamlar bile, yargılananın gazetecilik olduğunu göstermiyor mu?”
***
İddianamenin dayandırıldığı dijital verilerin durumu da manidar. Bununla ilgili, 3 ayrı Türk Üniversitesi (Yıldız Teknik, ODTÜ, Boğaziçi) ve 1 ABD’li adli bilişim şirketinin (Data Devastation) söz konusu dijital verilerin virüslü olduğu ve iddia edilen kişilere ait olmadığını ortaya koyan dört adet rapor var.
***
Merak ediyorsanız, 18 Haziran Pazartesi günü saat 10.00’dan itibaren Çağlayan Adliyesi’nde görebilirsiniz bunun nasıl olduğunu, olabildiğini...
Savcı ve hakimlerin yer değiştirmesinin anlamı
13 Ocak 2012 tarihli “Neden otoriterleşiyoruz?” başlıklı yazıdan:
“Siyasi iktidar eski siyasi aktörler karşısında galip gelmiştir. Hükümet ve çevresi siyasi alanı önemli ölçüde kontrol altına aldıklarının farkındadırlar. Ancak iktidar kavgası dinerken -müttefikler, yeni siyasi aktörler arasındaki- bir diğeri başlamaktadır.”
9 Şubat 2011 tarihli “Büyük Kavga” başlıklı yazıdan:
“İktidar kavgasının ayaklarından birisini oluşturan “otonomlaşma eğilimi taşıyan” polis ve yargı merkezli son derece etkin bir gruptur. Ona bu etkinliği sağlayan ise kurucu unsurlarının aynı düşünce dünyasından geliyor olması, polis ve yargının yeni yasal yetkileri, özel yetkili savcılık ve mahkeme yapılanmaları, en nihayet devlette “savcı polis ilişkisini ters yüz eden polis devleti işleyişi”dir. Nitekim, Ergenekon, KCK ve asker meselesine ilişkin tüm adli soruşturmalar genel ve sistematik takip yetkisine sahip “polis istihbarat birimleri” tarafından yürütülmekte, gerek politik kimlikleri gerek hukuki konumlarıyla savcılar “yönlendirici ve denetleyici” değil, “onaylayıcı ve meşrulaştırıcı” bir işlev görmekte, polis-yargı ikilisi bu yolla pek çok konuda adeta politika üreticisi haline gelmektedir. Bu yapı Ergenekon, Balyoz, KCK gibi soruşturma ve kovuşturmalarla güçlenmekte ve sınırları aşan güç kullanma imkânlarına kavuşmaktadır...”
10 Şubat tarihli “İktidar kavgasının kökleri” başlıklı yazıdan:
“Bunların sonucu olarak ülkeyi bir güvenlik iklimi kuşatmıştır. Gerçekten de kamuoyu artan bir oranda “tehdit ve tehlike mantığı”na davet edilmiş, tasfiye ve takip(...) her konuda sıradan muhalifleri kuşatacak kadar genişlemiştir. Başka bir ifadeyle “tehdit ve tehlike” mantığına, temizlik gömleği giydirilmiştir. Demokrasi fikri, psikolojik harekatlar, yasaklar, operasyonlar ve tutuklamalarla iç içe sokulmuştur. Velhasıl iktidar alanı genişletme hamlelerinde ve iktidar kavgalarında kamuoyu aktif bir unsur haline dönüştürülmüştür. Ve siyasi iktidara düşen iki acil ve büyük iş var. İlki bu otonom gücü tasfiye etmek, yargı-siyaset, emniyet-yargı ilişkilerini demokrasi ilkeleri üzerine oturtmaktır. Bu ise ancak “siyasete geri dönüş” ve “demokratik bir siyaset”le mümkündür.”
14 Şubat tarihli “Sivri uç, tasfiye, tedbir” başlıklı yazıdan:
“Son gelişmelerin tek olumlu yanı bu tabloyu siyasi iktidara açık bir şekilde göstermesi olmuştur. Şimdi “tedbir ve törpü” zamanıdır. Şöyle:
1.Özel yetkili mahkeme ve savcılıklar meselesine mutlaka el atılmalı, ünlü 250. ve 251. maddeler genel bir bakışla gözden geçirilmelidir. Bu yolla yargının eylem alanı hukuki denetime ve ölçüye tâbi kılınmalıdır.
2.Siyasi yön içeren kovuşturmalarda emniyet istihbarat alanının demokratik ve hukuki denetimi sağlanmalı, adli kolluk meselesi hayata geçirilmeli, savcı-polis ilişkisi somut hukuki ilkelere bağlanmalıdır.
3.Kritik davaların sürdüğü İstanbul Emniyeti ve adliyesinde soruşturma ve kovuşturma dosyalarının yeni teftişler, görev değişiklikleri üzerinden ele alınıp, denetlenmesi mutlaka yapılmalıdır...”
Durum ve olan işte budur...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak
Bütün memurlar damat gibi olsa!
SÖZCÜ’nün üç gün önceki manşet haberi şöyleydi: AKP İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem’in damadı Metin Özdemir, iktidarın kontrolündeki devletin bankası Ziraat’in yönetimine atandı. Ayda 15 bin TL maaş ve altına makam aracı verildi. Üç gün sonra Başbakan Erdoğan, “memurların ikişer üçer otomobilleri var” açıklamasını yaptı. Bütün memurlar AKP milletvekilinin damadı gibi olsa Başbakan’ın sözleri memur sendikalarını kızdırmazdı.
Necati Doğru / Sözcü
Akıl tutulması
Kimisi UFO görüyor.
Kimisi casus pelikan yakalıyor.
Kimisi de, dün televizyonda seyrettik, tsunami geliyor diye dağlara kaçıyor.
Varsa iddiaya giren...
Yazayım tivitır’a “Turgut Özal aslında ölmedi, ABD’de yaşıyor” diye, canlı yayında en az üç gün tartışılmazsa, mesleği bırakırım.
*
Dolayısıyla, Devlet Denetleme Kurulu raporunda sanırım tek doğru teşhis var:
Akıl tutulması
Yılmaz Özdil / Hürriyet
Akil adamı seçecek akil adam var mı ki!
CHP’nin akil adamlar önerisi üzerine Radikal gazetesi akil adam önerileri yapmaya başladı...
İsimlerden bazıları şunlar:
Yaşar Kemal, Sezen Aksu, Cem Boyner, Leyla Zana, Orhan Miroğlu, Mehmet Bekaroğlu, İshak Alaton, Rakel Dink, Ahmet Türk, İsmail Beşikçi...
Önerilen isimler arasında bugüne dek terör örgütü PKK’yı kınamış üç isim sayabildik..
Akil adamları seçecek akil adamları bulmak lazım önce... Diye düşünüyoruz...
Melih Aşık / Milliyet
Çarpılacaklar
Bizim köşe yazarı arkadaşlarımız da saf saf “Türkiye’de 82 bin cami, 67 bin okul, 1220 hastane var... Din görevlisi sayısı öğretmen sayısının iki katı, doktor sayısının üç katı...” diye yazıp dursunlar...
Peki cami yaptırma ile geçinip giden, kendine cip, daire, yazlık bile alan kaç bin kişi var, bilen var mı?..
Çarpılacaklar...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet