Mehmet Gül'ü anarken
Bir yıl oldu demek... 365 tane 24 saat geçmiş öylemi? “Bir yıl önce kaybetmiştik” sözünü ne de kolay sarf edebiliyoruz değil mi? Mehmet Gül’süzlüğün muhasebesini aynada kendimizi sorgulayarak yapmaya ne dersiniz?
Tam da seçim arefesinde televizyon ekranlarını dolduracak, Türk Milliyetçilerini, Ülkücüleri layıkı ile temsil edecek adam gibi adama ihtiyacımız olduğu günlerde Mehmet Gül’süzlüğü yüreğimizin en derinliklerinde hissederken onu unutanlara inat, “unutmak tükenmektir” diye haykırırken Mehmet Ağabeyle, Mehmet Reis ile olamamanın acısı incitmiyor mu? Kanatmıyor mu kalbinizi.
Kimileri için geçmiş zaman da olsa Gül’ün İstanbul gibi metropolde “temsil” makamına gelmesinin asla tesadüf olmadığının tanığıyım. Öyle 300-400 delegelik kurmaca kongrelerle değil tam dokuz ismin adaylığında cereyan eden ve kelimenin tam anlamıyla “demokratik seçim” ile işbaşına geldiğinde Milliyetçi Hareket fırtına öncesi sessizliği yaşıyordu.
Bütün Anadolu. Ankara’dan rüzgar beklerken O, duruşu ve Allah vergisi kabiliyetiyle başkent yeli beklemektense, İstanbul’u lokomotif yapıp, sadece “il başkanı” sıfatı ile kasırgalar estirdi. Milletvekili olduğunda kendisine çok görülen bakanlık umrunda bile değildi. Onun “yerin altında yatanlarla yerin üstündeki temsilcilere borcu vardı.” Sadece mensubiyetiyle her daim gurur duyduğu hareketini, partisini temsil etmekle kalmıyor, uğrunda ölümü göze aldığı Türkiyesi, Türk Dünyasını da temsil ettiğinin bilincindeydi.
Ondan fena halde rahatsız oldular...
Çünkü Mehmet Gül, televizyon ekranlarında, TBMM kürsüsünde, gazetelerde ve meydanlarda “gelecek seçimler için değil, gelecek nesiller için” konuşuyordu. Bölücülerin, lafazan vatan hainlerinin, liboş liberallarin, siyaset tellallarının korkulu rüyasıydı...
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmaktansa” hiç hesapsız gerçeği haykırmak karakterinde vardı. Hedefi tam on ikiden vurmak yaradılışındaydı.
Ondan rahatsız oldular...
“Koalisyon mutabakatı, parti disiplini, Sayın Genel Başkanın arzusu” mavralarıyla kontrolsüz konuşmalarından ürkmeye başlamışlardı. Çünkü Mehmet Gül, milletinden, ülküdaşlarından aldığı vekillik yetkisi ile tahkime, ikiz yasalara, Rahşan affına karşı çıkıyordu.
“Ne var yani, o sırada tuvaletteydim veya Mecliste değildim der sıyırırsın” diye yalvarıp yakaran grup başkan vekillerine “asla” diyor, “sizin yüzünüzden koalisyonu mu bozalım” teslimiyetindeki genel başkana “bozulursa bozulsun, bundan kötüsü mü kurulur” diye gürleyebilen birkaç vekilden biriydi.
O günleri hatırlayanlar, O na “yasak” konduğunu da unutmamıştır..
“Partimiz adına Mehmet Gül’ü televizyonlara çıkaramazsınız” sözleri ile medya yöneticilerine ultimaton verdiğini zannedenler Ona diş geçiremeyeceğini anladıklarında “Mehmet Gül’ün konuşmaları kendi görüşleridir partimizi bağlamaz” sözleriyle Onun ülkücüleri uyarmasına katlanamıyorlardı.
Onun cenazesinde objektiflere poz verenlerin Ondan kurtuldukları için sevindiklerini söylesem haksızlık yapmış olmam.
Mehmet Gül yaşıyor olsa idi koca İstanbul böyle sessiz kalırmıydı. Türk Milliyetçileri alternatifsiz, çaresiz olurmuydu? Onun güzel adını sığmayacağı listeler yazmayanlar Onun boşluğunu doldurabileceklerini sanmışlardı öyle değil mi?
Mehmet Gül...
Benim gönlümde Türk Milliyetçilerinin asla güdülemeyecek, kontrol altında tutulmayacak, rehin edilemeyecek öncüsüydü. Temsil kabiliyetiyle taşıdığı misyonun gerçek lideriydi..
Onsuz 365 günün ne kadar ağır geldiğini kelimelerle anlatmak mümkün değil. Tıpkı onsekiz yıl önce kaybettiğim babamın yokluğu gibi halen koymakta.. Komutanım, silah arkadaşım Seyfi Demiray’ı oniki yıldır nasıl unutmadıysam, Gül’ü acılarımda yaşatacağım. Ağabeyim Osman Demirağ ile aynı yaşta zamansız gitti Mehmet Akif Çöktü ile Kemal Çapraz... Onları özlediğim gibi onlara kavuşana kadar seni de özlemeye devam edeceğim...