Medeniyet mezar taşlarından okunur...
Torunlarımız bizi, kurduğumuz medeniyeti, kültürel kodlarımızı mezar taşlarımızdan okuyacaklar...
Bizden önceki neslin yüksek kültür seviyesini ve eşsiz estetik anlayışını mezar taşlarından anlayabiliyoruz. Fakat bizim torunlarımız bizimle ilgili böyle bir sonuç elde edemeyecekler. Her şeyimiz gibi mezarlıklarımız da o kadar "ruhsuz" ki kim, nasıl bir sonuç çıkartabilsin?
Atalarımız dar-ı beka'ya irtihal eyledikten sonra, misafir kaldıkları mekânları "kabristan" olarak isimlendirmişlerdi. Tek başına "-istan" eki bile ecdadın mezarlıklara bakışını izah ediyor. Öldükten sonra yaşayacakları yeri bile bir "mekân" fikri ile isimlendirmişlerdi.
Bir medeniyeti temsil eden, o medeniyetin alışkanlıkları hakkındaki ipuçlarını veren önemli mekânlardır mezarlıklar. Neticede, bir medeniyetin seviyesi mezar taşlarından okunuyor.
Benim doğduğum memlekette mezarlık kültürü "zayıf"tır. Mezarlar evlerin bahçelerindedir. Yaşam ve ölüm iç içedir desem yerindedir. Kim bilir, belki de mekân yoksunluğu böyle bir geleneğin sebebidir. Kanaatim o ki bu tercihin en önemli sebebi "yaşarken" ölümü her daim yanı başında hissetmek isteyen bir inanç dünyasına ait olmaktır.
Mezarlık korkusu üzerine bina edilen hikâyeler meşhurdur. Mezarlıklar üzerine o kadar efsane düzülmesine ve her "şehirli"nin içinin ürpermesine rağmen İstanbul seyahatlerinin olmazsa olmazı Eyüp veya Karacaahmet başta olmak üzere Osmanlı Kabristan ziyaretleridir.
Neden Osmanlı ve Selçuklu tarihine dair yapılan gezmelerde, gezi rotasının olmazsa olmazında "mezarlık" gezmesi vardır?
Ve neden evimizin duvarlarında o kavuklu, muhteşem mezarlık resimleri süsler?
Sahi neden Osmanlı mezarlıkları bizi korkutmaz?
Bu sorunun bendeki cevabı "güzelliğe" dairdir. "Yaşam"a dairdir. Evet, Osmanlı kabristanlarının güzelliği ve sıcaklığı bizi kendine çeker. Şimdiki gibi şehirden dışarı atılmamıştır, yaşamın tam merkezindedir. Fransız seyyahın "Boğazda son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe gerek yok sanırım." sözlerinden de anlaşılacağı üzere şehrin güzel mekânları kabristan olarak tahsis edilmiştir. Ve bu durum olağan bir şeydir.
"Ölümden sonraki yaşamın kapısı kabirlerdir" diyen ecdat bu kapıyı güzel kılmak için elinden geleni yapmıştır. Servilerin yol boyu sıralandığı kabir sokakları, yine bu servilerin yaydığı serinlikler bu mekânları sadece mevtalar için değil yaşayanlar için de "istirahatgâh" haline getirmiştir. Mezar taşlarını bir sanat eserine çeviren muhteşem hatlar, süslemeler, susayınca dudaklarınızı dayayabileceğiniz "sahib-ül hayrat"lar; istirahat sahibinin yaşını, cinsiyetini, mesleki iştigalini, devletteki konumunu anlatan muhteşem beyitlerle bezeli mezar taşları kabristanların mahallenin doğal bir uzvu olduğunu işaret eder bize.
Ölümü yaşamın normal seyrinin tabii bir sonucu olarak kabul eden bu medeniyet anlayışı, kabristanları hayatın bir parçası olarak görmüştü. Memleketimin bahçe-mezarlıklarını da bu çerçevede düşünüyorum.
Ecnebi seyyaha "Dünyanın hiçbir yerinde ölümü bu kadar güzel tasvir eden bir yer görmedim" dedirten şey de bu güzellik, ölümü yaşamın bir parçası yapıveren mekân anlayışıdır.
***
Sabah işe giderken komşuya verilen "günaydın"ı ehl-i kubur'dan esirgemeyen bir yaşam tarzı bize ne kadar uzak değil mi? Biz Osmanlı torunları için kabir ziyaretleri "özel gündem"dir. Bayram veya arife günleri dışındaki ziyaretler ise "büyük fedakârlık" hanesine kaydedilir.
Bunun sebebi çağdaş yaşamın hengâmesi değildir sadece, mezarlıkları hayattan, şehirden kopartıp atan yeni medeniyet anlayışımızdır. Adına batılılaşma dediğimiz ama batıda da izine rastlayamadığımız garip, "yoz" bir anlayış bu.
Şehrin en güzel mekânlarını ölülerine tahsis eden medeniyetin, Boğazı kulelerle dolduran "müteahhit" zihniyetine evrilmesi ise bu "yoz" tarzın bir yansımasıdır.
Müteahhit zihniyetine geçiş sürecini iki nesilde becerebilmiş olmamız ise ilim adamlarının incelemesi gereken bir durumdur.