Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Adnan İSLAMOĞULLARI
Adnan İSLAMOĞULLARI

Madalyonun diğer yüzü: -2- Quo Vadis - Fe Eyne Tezhebûn...

Gel zaman git zaman, “abi” leri büyümüş, koca koca büyük adam olmuşlar, kendileri de birlikte büyümüşler “abi” leriyle. Huzur dolu “evleri” büyümüş, huzur dolu “yurtları” büyümüş, uğruna gençliklerini harcadıkları “idealleri” büyümüş, “gazeteleri” büyümüş, çok ama çok sayıda “kolejleri” olmuş, üniversiteleri olmuş, bir zamanlar evlerinde ve yurtlarında “yasak” olan ama bu kez kendilerinin olduğu için “memnû olmayan” yeni “televizyon kanalları” olmuş, “holdingleri” olmuş, “faizsiz banka” ları olmuş, olmuş da olmuş...
Allah onlara “yürü yâ kulum” demiş... O kadar olmuş ki, “kimler çizmiş bu hududu gönlüme” demişler ve dünyanın en kervan geçmez, kuş uçmaz diyarlarına okullar açmışlar.
İşte o hizmet ehli gençler, bu kez uzak diyarlara kanat çırpmışlar. Ülkenin en güzel üniversitelerinden ayrılıp, öğretmenlik denen kutsal vazife ile tavazzuf etmek için dünyanın en ücrâ köşelerine doğru “hizmet için” yola revân olmuşlar, evden, ocaktan, anadan, babadan sılaya düşmüşler... Doktor, mühendis, bilim adamı, hukukçu, olmak isteyen gençlerin hazırlık kursu eğitimleri “yavaşlatılmış” ve “abi” lere; “doktor, mühendis olmak istiyorlar ama onlar polis olacaklar, eğitimi ona göre ayarlayın” denmiş. Orta Asya’nın steplerinden Japonya’nın adacıklarına, Afrika’nın diplerinden Kanada’nın buzlu iklimlerine kadar eğitim ağları örmüşler, yine karın tokluklarıyla, ayaklarında bu kez iskarpin ayakkabılarıyla, façalarını biraz daha düzelterek, fakat yüzlerindeki tebessümü hiç eksiltmeden, yine ideallerine, yine hizmetlerine koşmuşlar.
Gün gelmiş, aylardan Şubat’mış, günlerden Şubat’ın sonları... Ben diyeyim “yirmi yedi şubat” , siz deyin “yirmi sekiz şubat” .
İşler ters gitmeye başlamış. Hayatı boyunca “siyasetten Allah’a sığınan, mâsivâdan kaçan, dünyâya pamuk ipliği ile bağlanan” zât-ı âlilerinin sohbet meclisleri meğer ajanlarla doluymuş ve her şeylerini kaydediyorlarmış. Bir silahlı örgüt liderliğiyle suçlayacak kadar ileriye gitmişler düşmanları. Hayatında siyâsete ilgi duymamış, mantar tabancasını bile eline almamış, sevgiden başka bir laf etmemişmiş; ama kader onu silahlı örgüt liderliği ve ülkeyi ele geçirip, “dinlerarası diyalog” için Papa ile bile görüştükleri halde şeriat devleti kurmak suçlamasıyla karşı karşıya getirmiş...
Zât-ı âlileri de bu ahvâlde çâreyi “hicret” te bulmuş ve gitmiş... “Asya’nın bahtının miftâhı meşveret ve şûrâdır” ın hatırına Çin-i Maçin’e gitmeyi, oradan tüm Asya’ya tebliğ yapmayı düşünmüş, ama yol Amerika’ya düşmüş.
Ayrılığa yılmamışlar hizmet ehli gençler, çalışmaya devam etmişler...
“Abi” leri de daha çok çalışmaya devam etmişler...
Artık dünyada ve ülkede olan biten tüm siyâsî gelişmelere kulak kabartmışlar, alâka-dâr olmuşlar, gazeteleri ve televizyonları siyâsetin neredeyse merkezi hâline gelmiş.
Babasının kucağında ve babasıyla birlikte İsrail mermileriyle şehid olan körpecik Müslüman evlâdı “Muhammed” hâdisesinde korudukları “soğukkanlılıklarını” Gazze’ye yardım götüren “Mavi Marmara Gemisi” nin yolculuğunun uluslararası hukuka ne denli “aykırı” olduğunu beyân ederek ve “Mavi Marmara Gemisi” nde kafasına yediği İsrail mermileriyle şehid olan 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın ve 8 arkadaşının şehâdetlerinde de korumuşlar ve Gazze’ye yardım götüren yolculuğu “illegal” ilân etmişler.
Dere tepe düz gitmişler, alın teriyle nice yokuşlar çıkmışlar ve tepeye varıp, tepelerin, zirvelerin mûkimi olmuşlar, artık “tepeden bakmağa” başlamışlar, ellerinde ipler, “aşağıdakileri” yönetmenin dayanılmaz hazzıyla “rûyâlanır” olmuşlar.
Yaşadıkları ülkenin insanları nereye baksalar onları görür olmuşlar. Artık görüldüklerinde yüzlerindeki tebessümün karşılarındakine verdiği “huzur” un yerini “korku” almış, “endişe” almış, “tedbir” almış. Onlardan bahsederken herkes sesini kısmaya başlamış. Onlar her yerlerdeymişler. Onların dinleyemedikleri/gözetleyemedikleri hiçbir yer yokmuş. “Dokunan yanıyormuş” . Mâzilerinde mâruz kaldıklarını bir yerlere fenâ not etmişlermiş, artık zaman “sevgi-muhabbet-hoşgörü” zamanı değil, “intikam zamanı” ymış. Usûlleri değişmiş, rivâyete göre insanlara dair “arşiv” ler yapmışlar, günü geldiğinde tedâvüle sürmek üzere. Koltuklarından genel başkanlar eder olmuşlar, bürokratları makamlarından eder olmuşlar, en stratejik makamlara bürokrat atar olmuşlarmış, haklarında yazılan bir kitabın peşinde ellerinde kaç kaset olduğu bilinmezmiş, onlar “hi-man” olmuşlarmış, onlara güç kuvvet yetmezmiş.
Rivâyet odur ki, ellerinden gelse “kabristandakiler” i bile siyâsetin içine dâhil etmek isterlermiş...
Gün gelmiş, siyâsetin ve gücün kendisi olmuşlar..
11 yıldır ‘birlikte yol yürüdükleri’nin, ‘yolda birlikte ıslandıklarının’ bütün zaaflarını âniden fark etmişler.. 11 yıldır sükût ederken birden dilleri çözülmüş de kâmilen tekellüm etmeye başlamışlar. 11 yıldır tartmayan terâzileri kuyumcu terâzisine dönüşmüş. 11 yıldır görmedikleri marazlara nazar eder olmuşlar. Yıllardır demokrasi üzerindeki askerî vesâyeti kaldırmak için didinirken her türlü insaf had ve hududunu çiğnemişler. Yıllardır her türlü açılıma rüzgâr yüklerken, birden güvenlikçi politikaları yeniden keşfetmişler. Devletin binlerce yıllık kadîm geleneklerini unutmuşlar, devletin içinde devlet olabileceğini zannetmişler...
Oysa olmazmış, “bir şehirde iki şehriyâr olmazmış”...
Cemaat cemaat kadar, hizmet hizmet kadar, tarikat tarikat kadar, dernek dernek kadar, kurum kurum kadar, baskı grupları baskı grubu kadar yer kaplarmış, devlet her yeri kaplarmış...
Keşke ‘emr-i bi’l mâruf, nehyi anil münker’ ile iktifa etselermiş de devlet kadar yer kaplamak istemeselermiş...
Keşke, Habur’da, keşke Oslo’da, keşke çuval hâdisesinde, keşke dağlarda etkisiz hâle getirilen teröristlere şehitlik adı altında çukurlar açılırken, keşke zinâ kanununda, keşke vakıflar yasasında, keşke bütün keşkelerde zamanında konuşsalarmış, zamanında yazsalarmış...
Keşke...
Ama olmamış, kendi damarlarına basılana kadar susmuşlar...
Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar bir ülkede “hizmet ehli” gençler varmış. Dur durak bilmeden “idealleri” uğruna insanüstü gayretler kuşanıp, dudaklarından ve yüzlerinden hiç eksik etmedikleri tebessümleriyle karıncalar gibi çalışırlarmış.
Hayatları, “iki lokma bir hırka” dan ibâretmiş.
1980’li yılların küçük çocukları 90’lı yıllarda gün yüzü göremeden uçup giden gençliklerinin ardından “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” şarkısını bile bilmedikleri için bakakalırken şaşkın, yıkılan hayallerinin üzerine uzak diyarlarda bir Stockholm/Pensilvanya sendromunun çârelerinin, şifâsının peşine düşmüşler son bir ümitle. Oysa iflâh olmazmış gayrı bu hastalık, makineye bağlıymış hasta, bir sinyalizasyon makinesine...
Bu masalın sonuna geliyoruz... Her iki taraf da kirli bir istihbarat savaşıyla birbirini örseliyor...
Ne diyelim, ‘her işte bir hayır vardır’ ve ‘görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler’.

Yazarın Diğer Yazıları