Lanetli yıllar...
Havuç gibi bir kitaptan bahsedeceğim bugün size: Lanetli Yıllar (Akbabaların Öcü) .
İştahla yalayıp yuttuğunuz vakit hafızayı canlandırıyor, unutulanları bir bir “hatırlatıyor”; etkisi test edildi, yani kesin bilgi!
***
“Ağızları öyle büyüktü ki, Nazilerin alev makinasına benziyordu... Ağızlarını her açtıklarında insanlar yok oluyordu” satırlarıyla başlıyor kitaba Hulki Cevizoğlu.
Kafka, Orwell gibi yazarların dünden bugünü anlatan kitaplarına da atıflarla, Ümraniye soruşturmasıyla başlayan ve hep beraber yaşadığımız “lanetli yıllar” da kim, ne söylemiş, ne yazmış alt alta sıraladıktan sonra okuyucuya bırakıyor son sözü:
Alın kalemi elinize, gerisini siz doldurun...
***
Son haftaların popüler deyişiyle “zamanlaması manidar” .
Beş yıl önce “A” diyenlerin bugün “B”, “B” diyenlerin de “A” demeye başladığını belgeliyor kitap bir kere. Mesela şu ara “Başbakan’ın oğlu (yahut oğlu üzerinden Başbakan)” hedef alınıyor diye yeri göğü inletenlerin, Silivri sürecinin ilk günlerinde nasıl “Eğer operasyonlar devletin üst kademesindeki birtakım kişi ve kurumlara kadar varmalı”, “Rektör olmaları gözaltına alınamayacaklarını mı gösterir”, “Ünlü ya da saygın bir isme sahip olmak kimseye dokunulmazlık sağlamaz”, “(Rauf Denktaş’la ilgili olarak) Eski Cumhurbaşkanı diye varsa suçunun üstüne şal örtülemez herhalde” çığlıkları attıklarını anımsatıyor. Şu ara hiçbirinin kaleminden “Başbakan olması, Başbakan oğlu olması, bakan olması, bakan oğlu olması hırsız olamayacağı anlamına gelmez” minvalli yazılar okuyamadığımız gazetecilerin maskesini düşürüyor.
Şimdilerde otoriterlikten, diktatörlükten yakınıp, iktidarı “hukuka ve demokrasi” ye davet eden Hasan Cemal’in “Rejimin barsaklarını temizlemesi için... Ergenekon operasyonunda ipin ucunu çekin...” şeklinde “yargısız infaz” tamtamları çaldığı günlerde bir gezintiye çıkarıyor...
Artık uzlaştıran, ara bulan, “olgun adam” kılığında dolanan Fehmi Koru’nun “AK Partililere benim de bir tavsiyem var: Şu günlerde Cumhuriyet gazetesini dikkatle izlemeliler... Karargah Cumhuriyet gazetesi...” diye hedef gösterdiği “savaştıran adam” yazılarını çıkarıyor arşivden...
Hey gidi günler hey; Erdoğan’ın kağıttan kalkanı gibi görünen Yeni Akit’in, Vakit olduğu döneme, Hasan Karakaya’nın şimdi elinden gelse bir bardak suda boğacakmış gibi saldırdığı savcı için “Zekeriya Öz’e sadece zırhlı bir otomobil değil, aynı zamanda bir zaman makinası verilmeli ki, 1975’lere hatta daha da gerilere gidebilsin...” yazdığı sayfalara düşürüyor yolunuzu...
Mahmut Övür’ün “Ben dosyaların ABD’den geldiğini, operasyonun sadece kendi gücümüzle olmadığını düşünüyorum” dediği yazısında olduğu gibi, satıraralarında kalan itirafların altını çiziyor...
Hanefi Avcı tutuklandığında, yazılarıyla hakkındaki sis perdesinin kalınlaşmasına katkı sağlayan o değilmiş gibi bugün güya “adalet” aşkına Metris cezaevi yollarına düşen Ali Bayramoğlu’nun “insafsızlığını” kazıyor hafızalarımıza; bir PKK itirafçısının iftiralarına dayanarak onuruyla oynanan Albay’ın Abdülkerim Kırca’nın intiharından sonra “intihar suçsuzluk karinesi değildir” yazabildiğini kazıyor vicdanlarımıza...
Türk-Metal Sen eski Başkanı Mustafa Özbek’in, cezaevi çıkışındaki “22 ay yattım, savunma yapmadan çıktım, üç saat önce teröristtim şimdi ne değişti” açıklamasından sonra, -sorsan bütün zamanların en haktan, hakkaniyetten yana AKP’lisi havalarındaki- Bülent Arınç’tan gelen “kabadayılık yapma” tehdidini ve bir daha hiç bozulmayacak olan “derin sessizliği” sorgulatıyor...
Taşra baskısında “Gammazlama mevsimi açıldı” yazan Ertuğrul Özkök ve “İntikam hukuku” yazan Enis Berberoğlu’nun şehir baskısında nasıl düşüncelerini 180 derece değiştirdiklerini ve “darbe” yazıları döşendiklerini örnek veriyor; insanın “hepiniz oradaydınız be” diyesi geliyor...
***
Favorim Erdoğan’ın demeçleri. Bugün kendisine söylendiğinde duymaya tahammül edemediği ne varsa, beş yıl önceki ifadelerinin tıpkısı. 2008’de demiş ki:
“Bu Türkiye’nin ’temiz eller’operasyonudur. Hukuk devletini çetelerden arındırdık!”
“Son olay gerçekten yürütme ile yargının gayet güzel bir dayanışma içerisinde bu işi yürtüttüğünün ifadesi oldu!”
2009’daki sözleri de bir o kadar “manidar”:
“Kirli ilişkilerin açığa çıkarılmasından, karanlık olayların aydınlatılması girişimlerinden mi korkuyorsunuz? Nedir bu telaşınız, öfkeniz, saldırganlığınız, pervasızlığınız neden?”
Yok yere kızıyor muhaliflerine; Erdoğan’ı halt edecek en güçlü rakibi kendi geçmişi!
O “unutulmaz” replik de var kitapta:
“Dinlenmek istemiyorsanız; konuşmayın!”
Ne dersiniz; “yargılanmak istemiyorsanız, çalmayın” diye uyarlanabilir mi bugüne!
Ve, Sibel Eraslan’ın Ümraniye operasyonunun nasıl bir cadı avına döndüğünü gördükleri, bildikleri halde kendisi dahil itiraz etmeyen yandaş medyaya dönük özeleştirisi:
“Şayet soru sorarsak iktidar yıpranır, iktidar yıpranırsa mazallah Ergenekon çeteleri kazanır gibi absürd bir satranca kısılıp kaldık...”
17 Aralık’tan sonra bu kez medyanın çok daha geniş kesimi aynı duygularla kısılıp kalmadı mı “Yolsuzluk iddiaları ile yolsuzluk iddialarını ortaya çıkaran ’devlet içindeki örgüt” arasında... Herkes “hırsız”dan hesap sorulsun istediği halde “ya kumpasçılar kazanırsa” korkusu, hesaplaşmanın tonunu neredeyse “duyulmaz” hale getirmiyor mu?
***
Kitabın beni en çok etkileyen bölümü, “Mahpus Mustafa Kemal ve ağlamaktan gözlerini kaybeden annesi” nin hikayesi...
Silivri’de, Hasdal’da, Hadımköy’de, Sincan, Mamak, Maltepe’de tutulanların boşuna “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demediğinin ve onları doğuran Türk annelerinin boşuna “Mustafa Kemal’ler doğurmaya” namzet olmadığının delili gibi...
Benden bu kadar. Merak edenler, kitaptan okusunlar artık gerisini!