“Kutup yıldızı” olmayan bir yoldayız artık

Yazdı: Okuldan atıldı...
Yazdı: 264 yıl mahkumiyet istediler...
Yazdı: 130 yıl “sürgün edilsin” dediler...
Yazdı: Kurşunladılar...
Yazdı: Bıçakladılar...
Yazdı: Kelepçe vurdular...
Yine yazdı...

Bugün bizim içimizi tutuşturan ateşte o kim bilir kaç kere yandı, kavruldu? Kim bilir kaç kere dağlandı parmakları?
Sanmayın ki soğumasını bekledi... “Küllensin” dedi... Yaraları geçsin diye inzivaya çekildi...
Hiçbiri... Elleri kanarken de yazdı, içi kan ağlarken de...
Bütün sığınakların kapılarını sımsıkı kapattı kalemine; “kaçmak yok” dedi her seferinde...
Haksızlıklar silsilesine dönen hayatında “Allahsız” diyen bile oldu ona. Oysa o daha çocuk yaşında, “Allah yok” diyen Felsefe Öğretmeni’ne karşı başlattı ilk kalem savaşını!
Tam yeriyken söyleyeyim, biz onu okumaya başladığımızda kitaplarla değil kalemle tanıştık aslında. Yazarak savaşmayı öğrendik. Öğle çok dövdü ki kelimeleriyle bizi, öyle depremler yarattı, enkaza çevirdi ki zihnimizi; biz ondan fikrimizi imar etmeyi öğrendik. Onu okuyarak “kahraman” olmaya özendik; “kahraman” olmak için ölmek gerekmediğini öğrendik biz ondan. Masallarla, destanlarla avunmadan “kahraman”lar gibi yaşamayı öğrendik. Okurken gözümüzde büyütüp de, tanıdığımızda yerle yeksan olmayanların varlığını görüp, her dem ümitvar olmayı öğrendik biz ondan!

***


“İstiklal” savaşında, “Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez” diyen Şahin Bey’in şehrinde, Türkçüler’in birer birer tabutluklara kapatıldığı 1944 yılında doğması, herhalde tam anlamıyla kaderin bir cilvesi, yazgısının ilk işaretiydi.
Kalemi “kıvırmayı” beceremediğinden “özgürlük” uğruna “tutsaklık” bedeli ödeyerek geçti seneleri; ver elini Bayrampaşa, Paşakapısı, Silivri, Daday, Tercan cezaevleri...
Herkesin “usta” olduğu bir şey vardır muhakkak hayatta, “yazı” diyeceğim sanıyorsunuz ama değil “ödünsüz lüğün ustası”ydı Necdet Sevinç bana kalırsa... Madden cefasını çekmedi mi? İlla ki çekti ama manen bu ülkenin fikir hayatını şekillendirenlerin en zenginlerinden biri yaptı onu “eyvallah”ı bilmeyişi.
En nihayetinde onun ismi “çelik gibi bir irade”nin eseriydi.
Peki ben bu “yufka yürekle”ne yazacağım şimdi?
“Ölüm” denen bu çetin yolda yürütemezsem kalemimi, nasıl inandıracağım onu yere düşürmeyeceğimize
emanetini!
Görmelisiniz halimi, korkak bir fare gibiyim, beni yazıya aşık eden adamın arkasından yazmamak için kalemimi saklayacak delik arıyorum sabahtan
beri...
Telefonu elime alıp alıp bırakıyorum;
“Gazeteyi arayıp yazamıyorum desem mi?”
Silip duruyorum, zaten güç bela yan yana getirebildiğim cümleleri.
Bütün aynalarda görüyorum; kandırmıyorlar beni, işte orada gözümün tam orta yerinde duruyor acı... Ama orada duranı buraya yazmaya kalkıştığımda bütün değerini kaybediyor, sıradanlaşıyor sanki...
Yeniden siliyorum:
“Bu mu yani, bu kelimelerle mi anlatacaksın Necdet Sevinç’i?”
“Böyle mi tarif edilir o üslup
efendisi?”
Tüüüh! Yine bir tükürük patlıyor
suratımda!
Öyle güçlü ki onun adı, hayatımda ilk defa tepeden bakıyorum kelimelere,
küçümsüyorum onları; hepsi cılız, hepsi zayıf, hepsi yetersiz sanki!
Öyle yüksekteki o, hiçbir söz merdiveniyle çıkılmaz olduğu yere; hele de şimdi!
Öyle gerçek ki, öyle silinmez ki, yok olması bir tuşa bakan cümlelere nasıl güvenir de teslim ederim hatırasını?

***


“Acı”mı diyeceğiz hissettiğimiz şeye birçok kere yaşadık...
“Gözyaşı”mı süzülen yanaklarımızdan, başkaları için de dökmüştük...
Bir “yanma”mı, evvelce de az mı cayır cayır oldu içimiz...
Sancı mı; kim çekmedi ki...
“Başka bir şey” şimdi bu bizim başımıza gelen...
Garip...
Aslında bu hayatta ondan hep böyle bahsederlerdi:
“Başka biri...”
En son, birkaç gün önce, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Harun Öztürk’le konuşurken o dedi:
“O başka; kimse gibi değil!”

***


Bir defasında Cazim Gürbüz yazmıştı: “1968-69 yılları, öğrenciyim Atatürk Üniversitesi’nde. Bizim Anadolu Gazetesi’ni görüyorum bir arkadaşımın elinde, Bu ne yahu? Ne biçim gazete? Çamur gibi... Erzurum Aziziye Gazetesi’nin sayfa düzeni ve baskısı bile bundan daha özenli” diyorum. “O çamurun içinde Necdet Sevinç diye bir pırlanta var, onu okumak için alıyorum, oku sen de seversin” cevabını alıyorum...”
Hep öyle değil miydi?
Çamurun içindeki pırlanta gibi...
Bir kutup yıldızı; yolunu mu arıyorsun bak ona, mutlaka ışıldayacaktır sana!..

***


Onu hiç “tek başına” düşünemiyorum nedense. İki büyük aşkı hep onun adına monteli gibi:
Önce vatan!
Sonra Sevgi Hanım!
Gazetede geçirdiği saatlerde dahi hasret duyduğu, muhabbetine doyamadığı, adını söylerken sesine cıvıl cıvıl kuşlar konduran Sevgi Hanım! Kimi zaman bir mahpusun, kimi zaman bir işsizin, son zamanlarında onulmaz acılarla boğuşan eşinin biriciği Sevgi Hanım; Necdet Sevinç’in, Necdet Sevinç olmasında payı çok büyük olan bu mağrur, bu dirayetli, bu onurlu, bu cefakar insana ne çok şey borçlu olduğumuzu bilmeli bugün bütün Türk
Milliyetçileri...
Ha “Ülkücülük” mü?
Söylemeye gerek var mı; o zaten Necdet Sevinç’ti!
Necdet Hoca’ya göre “Bir fikir hareketini yürütmek, Cenab-ı Hakk’tan başka kimsenin önünde eğilmemeyi, Allah’tan başka kimseden korkmamayı, dünya ile ilgili arzu ve ihtiyaçlara tenezzül etmemeyi gerektirir” di! Bir fikir adamı, “İnsanı nerede, ne zaman, hangi şartlarda yakalayacağı bilinmeyen ve belki de hayat boyu sürecek bela ve felaketleri, yolun başında kabullenip, sonsuz bir tevekkülle Yaradan’a bağlanmalıydı...”
O bu gerekçelerle gerçek bir Nihal Atsız hayranıydı... Biz de aynı nedenlerle Necdet Sevinç’e...
Son günlerinde, ne zaman görmek istesek, “Elbette gelin, sizin gelmeniz bizi mutlu eder ama siz üzülürsünüz” dedi hep Sevgi Hanım;
“Böyle görmeyin!”
Onu yatakta, onu ilk defa çaresiz, onu ilk defa güçsüz, zayıf görmeyelim, “üzülmeyelim” istedi...
Bilsin diye yazıyorum; bizim için asla “Et ve kemikten ibaret olmadı Necdet Sevinç” ismi!
O yemeden içmeden kesilse de “kırmızı Antep biberi”ni gördüğü an iştahla yemeğe dalan adamdı...
Sussa da “Muhiddinnnn” diye gür bir haykırıştı, hemen yan tarafındaki Muhittin Nalbantoğlu’na!
En kırgın, en sitemkar anlarında bile Beşiktaş’ta “Kambur’un yeri”nde anlattığı muzip hikayelerdi!
Baştan sona “çile” olan bir yaşamdı onunki ama yine de hafızamızda kalan resmi kocaman bir gülümsemeydi!

***


Hesapta kendimizi en çok hazırladığımız acıydı bu... “Bekliyorduk” hesapta, bugün olmazsa yarın, sabahın kör saati, gecenin bir yarısı alacaktık bu haberi.
Aldık...
Allak bullak etti hepimizi...
Zihnimde bulanık olmayan tek bir şey var öğrendiğimden beri; Necdet Sevinç , “Türk çocuklarının başlarını kartallar gibi gökyüzünün yüce katmanlarında dolaştırarak yaşamaları için” yazdı her satırını...
Onun için bugün bize düşen, Fatih Camii’nin avlusunda “kartallar gibi dik tutmak” başımızı. Ancak böyle huzurlu olur Necdet Hoca’nın son yolculuğu...
Ve yine bugün bize düşen, onun Atsız’ı uğurlarkenki sözlerini tekrarlamak belki: “Lütfen ellerinizi, kendini Türklüğe adayan bu büyük Türk Milliyetçisi için kaldırınız: El Fatiha!”

Yazarın Diğer Yazıları