‘Kral’ çıplak; ve çirkin ötesi

Şimdilerde pek moda olan “dokunursan yanarsın” listelerine aşina aslında bizim medya.
Kendi oluşturdukları “put”lara dokunanları elbirliğiyle yaka yaka, yanmayı öğreniyorlar sonunda... Yaktıkları ateş sıçradı, önce eteklerini tutuşturdu, sonra akıllarını, fikirlerini kavurdu en nihayetinde.
Yılmaz Güney şüphesiz “en baba putlarından”dı bunların. O kadar ki, sabah faili meçhullerin hesabı sorulsun diye eylem yapıp akşam Güney’in anısını yad edenler, onun da bir cinayetin bedel ödememiş faili olduğu gerçeğini görmezden geldiler.
Milliyet gazetesi, Abdi İpekçi’nin ölüm yıldönümünde “vicdan müzesi” fikrini getirince gündeme, hakkı teslimin yeridir deyip “İpekçi’nin kanlı gömleğinin yanına, adi bir katil olan Güney’in öldürdüğü ’hakimin gömleği’ni koyamayan, vicdan mı olur?” diye sorduğumuzda uğradığımız hakareti, -çok yoğunlar şu ara biliyoruz ama-, bir boşluk bulup da yayınlasa keşke telekulak biraderler!
Hep “yön”lere prangalı halde yaşadıklarından Yılmaz Güney’e katil demek için; önce “solcu düşmanı” olmak gerekiyordu onlara göre; emekçi düşmanı, işçi düşmanı, ezilenlerin düşmanı, sanat ve sanatçı düşmanı, yekten “yobaz” işte! Trajikti... Yıllarca “sol”da tekelleştirilen bütün insani, vicdani, sosyal, hukuki, ulusal değerleri savunduğumuz halde; “maskemiz düşmüş”, yukarıdakilerin hepsi oluvermiştik birkaç saat içinde.
O, “26 yıl önce bir sonbahar gecesi, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde 14’lü tabancanın namlusundan çıkan tek kurşunla Yumurtalık Hakimi Sefa Mutlu’nun yaşamına son vererek, mutsuz, acı dolu günlere sürüklenen “Çirkin Kralı”ydı sinemanın...” “O gencecik hakimin yaşamına son vermiş olması” değildi umursanan. Hatta adeta suçlusuydu Hakim Sefa Mutlu’ydu bu olayın... Ölerek mutsuzluğuna yol açmıştı çünkü kralın!
Etrafındakilerin (dönemin Adana Belediye Başkanı Ege Bağatur dahil) uyarılarına kulak tıkayan bir sarhoş tarafından alnından vurulan o genç hakimi hatırlayan kimse çıkmadı sonraki yıllarda... Ama Yılmaz Güney adı “kahraman” gibi yaşatıldı hafızalarda.


Çehre’yi otomobiliyle ezdi
Dünkü gazetelerde en yakınındaki isimlerden birinin, yapımcısı Abdurrahman Keskiner’in ağzından okuduğumuz anekdotların üzerine, söyleyebilirim ki; şiddet bir sanat türü ise bayağı usta bir sanatçıymış bu Yılmaz Güney de be!..
Keskiner eski defterleri açtığı vakit, adına festivaller düzenlenen bu sinema dehası(!)nın hayatından bakın hangi kareler (hem de belgeli, resimli haaa) yansıyor dünden bugüne:
“Yılmaz o gün benden 3 silahından birini, içinde gerçek kurşun olanı istedi. Nebahat bu sırada ağlıyor, titriyor ve ’Sahici kurşun kullanma, yalvarırım! Ölebilirim’ diye sevdiği adama ağlayarak yalvarıyordu. Yılmaz umursamadı. Bardağı Nebahat’ın kafasına koydu. Sonra 20 metre uzaklaştı. Sette ölüm sessizliği vardı. Korkudan herkes nefesini tutmuş, duvarın dibinde titreyen Nebahat’a bakıyordu. Zavallı kız kurbanlık koyun gibiydi. Yılmaz tetiğe bastı, bardak tuzla buz oldu. Nebahat başladı ağlamaya...”
“Nebahat, Elmadağ’da kaldıkları otele doğru koşarken Yılmaz otomobiline bindi. Sinirle direksiyona geçti. Sonra gözümün önünde sevdiği kadını arabayla ezdi. Nebahat havada uçtu, arabaya çarptı sonra da kaldırıma... 4 gün hastanede yattı. Herkesten gizledik bunu.”
Bu bir tek cümlede ben “kadın döverdi” dediğimde “yanında mıydınız” diyenlere ithaf olsun: “Nebahat, Yılmaz’dan çok dayak yedi.”
Yıllardır “Türk sinemasının çirkin kralı” diye önünde saygıyla eğildikleri, hatırasına çaputlar bağladıkları, mezarı başından geri geri giderek ve reverans pozisyonunda saygıda kusur etmeden ayrıldıkları Yılmaz Güney bu işte; sade adi bir katil değil... Bir “barbar” aynı zamanda; vahşi, belli ki psikopat. Ve bence kadınlar 8 Mart’ta, Ayşe Paşalı’nın kocasından önce Yılmaz Güney’in resmini taşımalıydılar pankartlarında; dayağa meşruiyet kazandırması hatırına.
Bunca tanıklıktan sonra umarım bu kez şüphe duymazsınız “vicdan” kantarında tartarak yazdığımızdan: “Yılmaz Güney efsanesi”nin tek gerçeği var bana kalırsa... “Kral” çirkin; hem de “insanım” diyenin midesini bulandıracak kadar çirkin!

+++

Alışmışlar boyunduruğa...

Türkiye’deki özgürlükler bu derece tartışılırken “üç maymunu oynadığı için”, “Ne işe yarar bu Avrupa Birliği?” diye bir yazı yazmaya hazırlanıyormuş Aslı Aydıntaşbaş. Yakınıyor; AB Ankara Temsilcisi Marc Pierini o derece silikmiş ki, kapısını çalsa yüzünü tanımazmış... Yanılıp da AB geri dursa, baksanıza “ne olur gelin bizi güdün” diye yalvarıyor medya. Ne yaparsın alışmışlar bir kere boyunduruğa...
Katiline aşık olmak böyle bir şey olsa gerek...

+++

Gel şimdi külahıma anlat adaleti

Hadi bizi enayi yerine koyup anlattınız, biz de yuttuk.
Ya o, oradaki insan?
Silivri’dekine nasıl anlatacaksın?
Orada yargılanan insana. Onun gözünün içine her baktığında, bir kız çocuğuna tasallut ettikten sonra elini kolunu sallayarak gezen bir suçlunun utancını görmeyecek misin. O gözler sormayacak mı.
O adam, 14 yaşındaki çocuğa tasallut ettikten sonra kamu meydanına dönen o adam aramızda elini kolunu sallayarak dolaşırken, “Ben daha neyle suçlandığımı bile bilmeden” nasıl olup da 3 yıldır içerdeyim? Tecritteyim...

***


“Sen onu benim külahıma anlat” derse, kızma, haklıdır; sonuna, dibine kadar haklıdır. Çünkü o şöyle bakar.
“O da köşe yazarı, ben de.”
O, 14 yaşında kız çocuğuna tasallut etmiş; 3 yılda yargılanıp, ceza yemiş, Yargıtay’a gitmiş, gelmiş yeniden yargılanmış yeniden kararı verilmiş;
Sonra da “Sen yeterince yattın kardeşim” denilip, bırakılmış.
Ya ben? Ben ne yapmışım? Kitap yazmışım. Daha beteri var, not tutmuşum.
Örgüt nerede?
“Gizli delildi.”
Gizli delil nerede? Kaf Dağı’nın ardında. Kaf Dağı nerede? İşte orada git bul getir, suçsuzluğunu ispat et.
O yüzden diyecektir ki: “Sen bunu benim külahıma anlat.”
Külahına anlat ama onun anlayacağı da şüpheli.
Külah bile diyecek ki:
Hangisine yanayım?

***

Diyorum, gözü dönmüş, gönlü iğdiş edilmiş, vicdanı körelmiş üç beş güya aydın, beş on siyasetçi dışında kimseye anlatamazsın.
Ertuğrul Özkök / Hürriyet

+++

Gazeteci gazetecinin sansürcüsü

Habertürk’te yayınlanan ’Sansürsüz’ adlı programda Mine Kırıkkanat’ın Ergenekon davasını eleştirmesi üzerine mümtaz yazar Mümtazer Türköne “’Ulusal Medya 2010’tekniklerini kullanıyorsunuz, psikolojik harekât yapıyorsunuz” diye kendisini susturdu. Mine konuşmasına aynı minval üzre devam edince bu defa Nagehan Alçı aynı gerekçeyi öne sürerek uyardı...
Belgenin hedefi savcılarca şöyle özetleniyordu:
“Ergenekon ve benzer davaların kamuoyunda inanılırlığının ortadan kalkması, tutuklu yargılanan şüphelilerin serbest kalması ve bu soruşturmaları yürüten kişilerin vatana ihanet kapsamında yargılanması için kamuoyu oluşturulması.”
Yandaş medya anlaşıldığı kadarıyla bu belgeye kelimesi kelimesine inanıyor. Ergenekon’daki hukuksuzluklara mı işaret ediyorsunuz ya da tutukluların salıverilmesini mi istiyorsunuz... Sizi derhal Ergenekon’un talimatıyla hareket etmekle suçlayıveriyor.
Melih Aşık / Milliyet

+++

Deniz Baykal’ın dediğine geldiler

CHP’yi ve siyaseti tanzim operasyonu

“Bu bir kaset olayı değildir. Bu bir komplodur. Komplo hukuk dışı, ahlak dışı bir tertip demektir... Önümüzdeki komployu gerçekleştirenler bunu sapık oldukları için, ya ticari kazanç saplamak için veya şantaj yapmak için düzenlememişlerdir. Siyaset yapmak için düzenlemişlerdir... Bu komplonun hedefi sadece ben değilim aynı zamanda CHP’dir. CHP de bu kirli tezgahlar karşısında yolunu seçmek zorundadır.”
Bunlar Deniz Baykal’ın geçen seneki istifa konuşmasındaki cümleleri. Dün bu konuşmayı yeniden dinledim. Çünkü bu konuşma bugünün de öngörülü bir özeti.
Ana muhalefet partisi bir senedir yeniden tasarlanmaya çalışılıyor, bu ortada.
(...) Deniz Baykal yılların siyasetçisi, darbeler, hapisler görmüş bir isim. Kurulan tezgahları, oynanan oyunları önceden kestirmiş. Kendisinin tuzağa düşürülmek istendiğini de hemen anlamış, tedbirini ona göre almış zaten. Mayıs ayında da partisini uyarmış zaten: ’Bu komplonun hedefi sadece ben değilim, aynı zamanda CHP’dir.’
(...) Ne yazık ki bu süreçte CHP çok ciddi hatalar yaptı. Komployu aydınlatmak yerine halının altına süpürmeyi tercih etti. Zannettiler ki yeni bir lider, yeni bir ekip gelince Deniz Baykal’a düzenlenen operasyon da önemini yitirecek. Dahası, çok yanlış bir okumayla kaset olayını Deniz Baykal’a indirgediler. Halbuki bu kaset sadece Baykal’ın meselesi değildi, CHP’nin kasetiydi. Göremediler.
Baykal’ı dışlayarak, ön plana çıkarmayarak oy toplayabileceklerini bile düşündüler. Muhafazakarlaşan Anadolu’da Baykal’la ilintili görüntü vermek istemediler. Ayrıntıyı okuyamayan bir öngörüsüzlük.
CHP nasıl son operasyonlarda nitelikli bir muhalefet sergilemek yerine boynu bükük, kavruk çıkışlar yaptıysa aynı kompleksi Baykal’a kaset tezgahı sırasında da gösterdi.
(...) Nasıl asker yok edilmek istendiyse, nasıl yargı, üniversiteler ele geçirildiyse, nasıl Türkiye’nin bütün kurumları toptan değişimden geçtiyse bundan Cumhuriyet Halk Partisi de nasibini alıyor...
Oray Eğin / Akşam

---

CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, diyor ki “Ben günde 300 kişiyle görüşüyorum. Bu kişiyle de görüşmüş olabilirim.”
Günde 300 kişiyle görüşmek marifet değil ki, önemli olan bu görüşmelerden bir fayda sağlayabilmek.
Ana muhalefetteki kalitenin seviyesine bakar mısınız?
Can Ataklı / Vatan

---

Mata Hari’nin 2011 versiyonu

Son günlerin bomba ismi İklim Bayraktar’ı izledikçe ’Bunu bir yerlerden tanıyoruz’ saplantısına girdik. Haber TÜRK’teki Teke Tek’i seyrederken, neredeyse çıldıracaktık. Geç saatte, sorumuza cevap araya araya, yattık. Sabah AKŞAM’ı elimize alınca hah dedik. Bizim ekip, birinci sayfaya öyle bir resim koymuş ki, Meryl Streep. Bu büyük oyuncuyu tüm dünya Sofi’nin Seçimi ile tanıdı. Oysa ilk filmi Julia’ydı. 1977’de oynadı. Bizdeki benzeri İklim’in 1971’de doğduğunu öğrendik. Fatih Altaylı’nın karşısındaki konuşmaları sanki oynar gibiydi. Hatta, benzeri Meryl Streep’in ödüllü rollerinden birinde yer alabilir miydi, diye düşündük. Sonunda İklim Bayraktar’a en yakışanı bulduk; Şeytan Marka Giyer. Doğrusu Türk hatta dünya sinemasının önemli bir oyuncu kaybettiğine yürekten inanıyoruz. Biraz politika, biraz entrika ve biraz yer cimnastiği bu iş tamamdı. Yine geç kaldı diyemeyiz. Yerli malı Profumo Skandalı ya da Turkish Mandy hiç fena durmaz. Görün bakalım o zaman Mata-Hari’nin 2011 versiyonunu.
Burhan Ayeri / Akşam

---

Gazeteci kıza sulanmak darbe ortamı yaratmaya girer mi?
Necati Doğru / Sözcü

+++

Muhalefet partileri açık hedef oldu

Soner Yalçın üzerinden yürütülen operasyonda CHP’nin tartışmaya açılacağı belli idi.
Zaten; operasyonla ilgili bilgilerin basına sızdırılması da bunu gösteriyor.
Savcılığın elindeki bilginin nasıl olup da yandaş basına aktarıldığını CHP takibe almayarak hata yapıyor.
İkincisi de gayet açık: Basında yazılıp çizilen artık Oda TV değil; CHP’dir...
Operasyonun amacı da bu idi... Amaç belli olmuyor mu: Ana muhalefeti battal ederek iktidar partisini seçeneksiz bırakmak.
Rıza Zelyut / Güneş

+++

Ve TBMM...
“Yollar kapanıyor, sonra eve gidemezsiniz” gerekçesiyle erken kapandı oturum... Daha sabahı “Libya’dan tarihin en büyük tahliye işini” anlatan Başbakan’ı alkışlayan AKP milletvekilleri, eve gidemeyeceklerini anladıklarında, erkenden “Destur...” diyerek kaçtılar... O sırada tuzlama aracı zannettiğimiz McDonald’s arabasını yolun kenarından alkışladığımız için... Biz tahliye olunamadık...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet

+++

O siyasetçiden de bizde çok var

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hakkında doğru olmayan bir haber yazan İngiliz gazetecinin para cezasına çarptırılmasından sonra şöyle dedi: “O gazeteciden bizde çok var!”
Bu hafta ortasında Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac mahkemelik oldu. Chirac’a yönelik suçlama, Paris Belediye Başkanı olduğu dönemde, partisine mensup 21 kişiye herhangi bir görevleri olmamasına rağmen belediye bütçesinden maaş bağlaması.
Böyle yaparak kamuyu zarara uğratmaktan yargılanıyor.
O haberi okurken ben de içimden şöyle demiştim: “Bizde bu siyasetçiden çok var!”
(...)
Medeni dünya ile aramızdaki fark da orada bu tür işlere tevessül eden siyasetçilerin, eski Cumhurbaşkanı da olsa yargılanmaları ve hesap vermek zorunda kalmalarıdır!
Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları