Kokarçay’ın fareleri!
Eleştiride hakkaniyetin en önemli belirleyicilerinden biri “muhatabı”dır;
“Taş” da var ya içinde; mühim bu nedenle atış yaptığın nokta. Hedefi az biraz şaşsa, sapsa, kaysa, rotasından çıksa, maksadını aşsa... Yandı gülüm keten helva!
Kurunun yanında yaşı da yakmanın, “kul hakkı”nın vebali çöküverir omuzlarına. Taşı taşıyabilirsen ondan sonra.
Dikkat etmişsinizdir, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin yanlışlarını sıralarken bunları Türkiye Cumhuriyeti’ne; “devlet”in kurumsal kimliğine mal etmemek için azami özen gösteririz mesela biz. Bin yılda oluşturulmuş geleneği sıfırlamamak için “iktidar”ı sorumlu tutarız; onlar -bakmayın kendilerini hancı sanmalarına- yolcu, “devlet” ise kolonlarını sapasağlam tutmamız gereken “han” nihayetinde, asıl o lazım bize!
Yine dikkat etmişsinizdir -başka bir çok şeyle birlikte- bu hassas çizgi de tarumar edildi son dönemde. Ağızlarından çıkanı kulağı duymayanlar sayesinde ucu “devlet”in “katil” olarak yaftalanmasına, “soykırımcı” olarak yargılanmasına çıkacak pervasız açıklamalar uçuşuyor havada.
***
Ahmet Davutoğlu’nun Afyon konuşmasını dinliyorum önceki gün, “yok artık” dedim, yanlış duydum herhalde:
“Kokarçay” dedi!
Kime/neye?
Türkiye’ye!
Türkiye Cumhuriyeti’ne!
Ülkemize/ülkesine!
Hani uğruna atalarımızı savaş meydanlarında, sürgün topraklarda, göç yollarında, yerini dahi bilmediğimiz mezarlarda bıraktığımız “vatan”a!
“Şehitler diyarı” olan hani!
***
Afyonlu bir arkadaşıma sordum neyin nesiymiş bu “Kokarçay” dedikleri;
Önce “bataklık” diye kibar bir izahat verdi. Sonra “Amaaan” dedi, “bildiğin foseptik gibi bir yerdi, lağım çukuru...”
Biz ne yerine konmuş oluyoruz bu durumda;
Lağım faresi!
Eeee?..
Aziz Nesin’in “zeka”mıza dair oran hesabına kızıp da memleketi yangın yerine çeviren halkım midende durum nedir, sindirdin mi layık görüldüğün yeri? Rahatın, hazmın yerinde mi?
***
Çocukken ne zaman edep, terbiye, görgü sınırlarını aşan bir tavır içine girse payımız hazırdı:
- Ayaklarınız gidip geliyor sizin okula!
Ahmet Davutoğlu dediğin “sokak”tan gelmiş “Kasımpaşalı bir fakir”de değil; amfilerden transfer koca profesör... Kullandığı üsluba bakınca, yok canım, bunca yıl, onca okula ayakları gidip gelmemiştir!
Ki “korktuğum şey” olacağına, bu ihtimal bile kabul edilebilir bana kalırsa;
Ya bu şiddetin, bu celalin, bu hakaretamiz halin sebebi ruhsal buhranlar, duygusal fırtınalarsa!
Tahtaya vurun! Şeytan kulağına kurşun! Allah hepimizi korusun!
Erkeğin derdini “şiddet”le çözmeye kalkıştığı, hele ki “şiddetini” kendinden daha savunmasız konumdaki bir hedefe yönelttiği vakaları inceleyin; aynı hemen hepsinin sebebi:
“Yetersizlik” hissi;
“Kompleks” yani!
Özgüven eksikliği, eziklik...
Asıl kullanması/göstermesi gereken yerde gücü bastırılan erkeğin fiziksel ve psikolojik gevşemesi aslında şiddet! Kendini gerçekleştirmesi beklenen alanlardaki sindirilmişliğini ört bas aracı!
Ne yalan söyleyeyim, kürsüde hoplaya zıplaya, avazı çıktığı kadar “Kokarçay” diye bağıran Davutoğlu’nu görünce, geçenlerde “saray”da yapılan “divan”daki biçare “sadrazam” manzarası geldi gözümün önüne;
Ne dersiniz? Sakın tost makinesinde sıkıştırılmış iki kalın ekmek dilimi arasında eriyen peynire dönen “konumu”nun acısını çıkarıyor olmasın milletten?
Velev ki öyle;
İktidardakilerin, iktidarlarını ispat için stres topu gibi oradan oraya vurulmayı, şamar oğlanı kontenjanından istihdamı yakıştırıyor mu bu millet kendine?
Ne meşrepmiş be!