'Kimse var mı orada?..'
Tuncay Özkan’ın Ümraniye Davası’ndaki durumu neyse, Soner Yalçın’ın Odatv Davası’ndaki durumu da o:
Unutturulan...
Yokmuş gibi davranılan...
Çığlığı bastırılan...
Nasıl Mustafa Balbay için kılıç kesilen kalemler Tuncay Özkan’ında aynı koşullarda olduğunu unutuyor, uğradığı hukuksuzluğun sorumlularını azıcık rahatsız edecek bir toplu iğnecik bile olmaya bile yanaşmıyorsa, Nedim Şener, Ahmet Şık için yeri göğü inletenler de Soner Yalçın’ın uzayan tutukluluğu karşısında sessizliğe gömüldüler...
Dostluklar çünkü ölçü; ilişkiler, kapanmamış hesaplar ölçü...
Birkaç gece önce SkyTürk360’da Hilmi Hacaloğlu’na konuk olan Nazlıcan Özkan’ı (Tuncay Özkan’ın kızı) izlerken bir kere daha emin oldum buna; hınçları belirliyor medyanın saflarını; intikamperest duyguları.
Çiğdem Mater, ekranda “bana babamı geri verin” diyen, 15 yaşından 19 yaşına kadar; hayatının belki de en çok ihtiyaç duyduğu anlarında babasına hasret bırakılan o genç kıza şunu diyebildi yolladığı twitter mesajıyla: “Ölüm oruçları sırasında Tuncay Özkan da F Tipleri için neler neler diyordu...”
Bir an “acaba” dedim, “Bir sonraki tweet de ‘oh olsun’ olur mu?”
Benzeri bir yok saymanın muhatabı olan Yalçın’ın dün Akşam yazarı Serdar Akinan’ın köşesinden sorduğu “Kimse var mı orada?” sorusu yakıcı:
“Günde 17 saat su verilmeyen, 24 saat aydınlanma lambalarının açık olduğu ve her anımın 2 kamerayla izlendiği cezaevindeki koğuşumda bazen kendimi bu sözü söylerken yakalıyorum: ‘Kimse var mı orada ?’
(...)
Türkiye’deki meslektaşlarım şeytani bir entrikayla hapse atıldığımı biliyor. Fakat büyük çoğunluğu, cezaevine gönderilmemek, işsiz kalmamak için korkup gerçeği yazamıyorlar.
(...)
Bu mektubu size yazdım; çünkü siz benim ‘suç’ ortağımsınız. Nasıl mı:
Aydınlanmayı, özgür düşünceyi, akılcılığı sizden öğrendik biz Erasmus, Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, David Home, Kant, Marks, Weber, Sartre, Camus değil misiniz siz?
Siz düşünce için canını veren Brunu değil misiniz? Siz Dreyfus’un yanında duran Emile Zola değil misiniz? ‘Siz yanlış yaşam doğru yaşanmaz’ diyen Adorno değil misiniz ?
Sevgili dostlar, evet siz benim ‘suç’ortağımsınız! Sizi harekete geçirmeye çağırıyorum. Yalnız olmadığımı gösterin.
Sessizliğe mahkum edilişime son verin.
Sesim olun, kalemim olun.
Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını.
Yoksa...
Bu yine; toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim:
‘Kimse var mı orada?..’”
Ne içtiysen bize de söyle
Taraf’tan Yeni Şafak’a geçen köşeci kadın “Ak Parti’nin demokratikleşme yolundaki tek alternatif olmayı sürdürdüğünü gösteren örnekler” vermiş:
- “Yeni Anayasa” ile birlikte “Devlet ”Türkiye, Türklerindir“ ve ”Ne mutlu Türk’üm diyene“ evresini aşacak”,
- Eğitim Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda” olmak zorunda olmayacak,
- “Anadilde eğitim”e geçilebilecek,
- Öğretmenine, doktoruna kadar bütün kamu görevlilerinin yerel yönetimlerce atanacağı “eyalet modeli”ne geçilecek!
Yani;
1. Türkiye kimliksizleşerek demokratikleşecekmiş!
2. Türkiye parçalanarak demokratikleşecekmiş!
Bu da AKP’ye kısmet olmuş! Zaten “Ak Parti’nin alternatifsizliğini yine Ak Parti’ye şikâyet edenler, demokratikleşme bağlamında ana muhalefetin durduğu yerle Ak Parti arasındaki uçuruma bakarlarsa aradıkları cevabı kendileri bulmuş olacaklar”mış.
“Ne mutlu AKP’li olana” yazmamış ama belli; olağan demokrasilerde, olağan hukuk devletlerinde “aydın”ların kuvvetli bir eleştirel duruş geliştirmesini gerektiren gidişattan mutlu, gururlu...
Ablacım sen ne içtin öyle? Sansür, baskı, tehdit, şantaj, gözdağı verme, sindirme, susturma, kalem kırmada cumhuriyet tarihindeki emsallerine tur bindiren bir devri “demokratikleşme levyesi” olarak görmeni sağlayan her neyse bize de söyle, biz de içelim!
Radikal yazarı Pınar Öğünç, yarın İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılacak duruşma öncesi, “Pınar Selek ismini andığımızda aklımıza gelmesi gereken bir dolu şey var. Güzel şeyler. Kitapları, bir sosyolog, bir feminist, bir anti-militarist olarak araştırmaları var, masalları var” diye yazıyor...
Pınar Selek, adını her andığımda benim aklıma neden 1998 yılının o sıcak Temmuz günü, 7 ölü, 100’den fazla yaralı, paramparça olmuş bedenler, kan, çığlıklar, iniltiler, dehşet, korku içinde kaçışan insanlar geliyor acaba!
+++
Ah bir “deve
güreşi” olaydı...
Londra Olimpiyat Oyunları’nın ilk iki gününde üst üste gelen başarısızlıkları değerlendiren Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, “yüzme” de yarışan iki kadın sporcumuzun Hazal ve Dilara’nın aldığı derecelerle ilgili “üç tarafı denizlerle çevrili ülkede böyle olmaması gerekir” dedi!
Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı...
Bir kere “üç tarafı denizlerle” değil; üç tarafı 50 liraya lahmacun-ayran yenen özel plajlar ve maganda istilası altındaki umumi plajlarla, “beach party” mekanlarıyla, kumsal parselleyen lüks otel, tatil köyü ve sitelerle çevrili ülke!
Çocukların kumdan kalelerini saymazsak denizlerindeki en yaygın “aktivite”nin paçalı donlu adamların deve güreşi olduğu ülke!
Naparsın, olimpiyatlarda “deve güreşi” diye bir branş yok işte! Olsa Kılıç’ın bahsettiği denizlerde edilen tecrüne çok işe yarayabilirdi gerçektende!
Sayın Kılıç, üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkede kaç tane havuzun var onu söyle?
Haftanın bilmem kaç günü kadınlara, bilmem kaç günü erkeklere açık olan modernleştirilmiş hamam kıvamındaki havuzları kastetmiyorum. Ailelerin çocuklarını güven içinde emanet edebilecekleri, yaz dönemi faaliyeti olarak “yüzme öğreten” değil “yüzücü yetiştiren”, sosyo-ekonomik durumu ne olursa olsun toplumun her kesiminden hevesli, yetenekli çocukların faydalanabildiği kaç tesisin var, kaç eğitmenin var önce ondan haber versene!
+++
Beşinci tipi tanıyalım
Geleneksel din literatürü, insanların inanç kimliklerini verirken şu dört tipten bahseder:
1. Mümin: İnanan ve bunu dili ile ilan eden kişi.
2. Kâfir: İnanmayan ve bunu dili ile ilan eden kişi.
3. Münafık: İçinden inanmayan ama diliyle bunun aksini söyleyen kişi.
4. Müşrik: Allah’a inanan ama O’nun yanına yedek ilahlar ekleyen kişi.
Kur’an, Mâûn suresinde beşinci bir tip daha belirliyor: Müraî...
Mâûn suresine ambargo koymaya kalkanlar, bu surenin tanıttığı melun tip olan müraî (riyayı meslek edinmiş) tipi bilerek veya bilmeyerek gözden kaçırmışlardır. O tip, dincilik tezgâhının öncüsü ve besleyicisi olan habis tiptir. Bu habis tipin tanınmasını istemeyenler vardır.
Nitelikli müşrik;
Müraî
Bu tipi tanımlamakta çok zorluk çekeceğimizi itiraf edelim. Çünkü bu tip bugüne kadar gündem yapılmamıştır. Belki de gündem yapılması, yolu Mâûn suresine çıkaracağı için savsaklamaya gidilmiştir. (...)
Mâûn suresi verilerine dayanılarak bu tipin şöyle bir tanımı yapılabilir:
Müraî, inanç durumu menfaatlerine göre sürekli değişen kahpe tiptir.
Müraî tipin taşıdığı temel inanç tutarsızlıkları şunlardır:
1. Görünürde inanmışlık,
2. İbadete, özellikle namaza devam,
3. Riyakârlık,
4. Din ve ibadetle sağladığı itibarı halkın malını, özellikle kamu kaynaklarını talan etmek için kullanmak, yani çıkarcılık.
Müraî tipi geleneksel 4 tipten ayıran, çıkarcılıktır. Müraî tipin esas Tanrısı, çıkarıdır. Münafık bile çıkarı peşinde olmayabilir. Müraî ise hiçbir çekincesi, hiçbir korkusu ve kaygusu olmaksızın sırf daha çok menfaat sağlasın diye yalana ve riyaya başvurmaktadır. (...)
Bu tip, riyaya bulaştığı için otomatik olarak gizli şirke batmaktadır ama müraî, şirkinde de samimi değildir. Böyle olduğu içindir ki ‘müraî, sıradan bir müşrik değil, nitelikli bir müşrik’tir.
Kur’an Mâûn suresiyle öyle bir maske yırtıyor ki, arkasından namazlı-niyazlı ama şirkin en rezil çukuruna yuvarlanmış ve Allah tarafından lanetlenmiş korkunç bir tip çıkıyor. (...)
Mâûn suresinin mesajı layıkıyla tanınmadan Kur’an’ın dinini tanımak ve o dinden yararlanmak mümkün değildir.
Yaşar Nuri Öztürk Yurt
+++
“Diyanet” (...) insanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir.
Müslümanlar arasında eğer “diyanet” aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüeller şeklinde tezahür ediyorsa, orada “din” zayıflamış demektir.
Ali Bulaç / Zaman
+++
Hepsi ABD korkusundan
“Olayları yöneteceğiz” başlığını görünce güldüm tabii. Davutoğlu ve hükümetinin Suriye sınırında olan bitenler konusunda artık yöneteceği hiçbir şey yokken bu sözü etmesi, aslında duvara bindirildiğinin itirafıdır. (...) Davutoğlu ve Başbakan’ın yönetebileceği tek olay, tek şansları vardı: Suriye’nin bütünlüğünü koruyan bir politika! (...)
Böyle bir politika Rusya- İran ve Batı arasındaki çatışmaları da yumuşatacak ve gerçekten ara çözümler üretebilecek güçteydi.. Ama bunu yapmadınız! Yapamadınız! (...)
Neden? Çünkü ABD’ye karşı gelmekten korktunuz.
Orhan Bursalı / Cumhuriyet
+++
Siz Nusaybin’i verir miydiniz?
Barzani himayesindeki “Erbil Deklarasyonu”nu falan unutturup, “Esad şehirleri PYD’ye terk etti” diyorlar.
İşi bitince geri mi alacakmış?
İlahi size... Hangi hükümran rejim kendi şehirlerini düşman komşu rejimi zora sokmak için başkasına terk eder? Ankara hükümetinin, Kürt sorununu kullanıp Esad’ın düşüşünü hızlandırmak için mesela bir Nusaybin’i PKK’ya terk etmek gibi bir seçeneği olabilir mi?
Kadri Gürsel / Milliyet
+++
Global güçler düzenlerini kurup adamlarını işbaşına getirdikten sonra çekip gideceklerdir. Bu devletçiklerle, onların sorunlarıyla baş başa kalacak olan ise Türkiye’dir.
Can Ataklı / Vatan
+++
Türkiye’ye “vicdan” yapan yoktu
Açıkça “dört ülkede sınırların ortadan kalktığı Kürdistan” için savaştıklarını anlatıyorlar. Ve durum bu iken Bakan Davutoğlu’nun hala bu gelişmeler olmamış gibi “izin vermemek” ten söz etmesi biraz nahif, inandırıcılıktan uzak bir görüntü çiziyor. (...)
Kendi terör sorunumuz yeterliyken, ona çözüm aramadan önce Suriye sorununa odaklanmak ciddi bir hata ve sonuç doğurdu. Şimdi hala (...) Suriye olayına balıklama atlamış olma konusunda “insanlık vicdanı, Suriyelilere yardım” gibi nedenler öne sürüyor ama biz PKK terörünü yaşarken onca ülkeden kimse “vicdan” yapmadı, biz hep yalnız mücadele ettik, yalnız ağladık..
Ruhat Mengi/ Vatan
+++
Sorun üretim merkezi
İktidarda bulunanlar Suriye’de bir rejim değişikliği için kolları sıvamış iken bir de baktık ki bu ülkenin kuzeyinde yeni bir Kürt devleti kuruluyor!
Yani iktidar bir sorunu çözmeye çalışırken farkına varmadan yepyeni bir sorunun ortaya çıkmasına vesile olmuş durumda!
Şimdi çözmek için uğraşacakları bir sorun daha var!
Zeki Ceyhan / Milli Gazete
+++
“Bu koltuğa ne paşalar oturdu!..”
Hatay Dörtyol’da AKP milletvekilinin oğlu için 23 polisin ellerine numara verilerek, teşhis ve teşhir edilmesi meslektaşlarını ayağa kaldırdı... “Hepimiz 8 No’lu Murat Emer’iz! Alper Atilla’yız!” kampanyası başlatıldı.
İşte buna dört dörtlük meslek dayanışması denir; Bravo!.. Helal olsun!..
Lâkin bir laf var ki, beni can evimden vurdu: “Vatan haini gibi muamele gördük” demiş polislerden biri.
4 gün gözaltında tutulduğum İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde gördüğüm muamele ve bakışlar bende de tam bu duyguyu yaratmıştı.
(...)
En zoruma giden de bu olmuş ve Can Ataklı’ya yazdığım mektupta demiştim ki: “Filistin askısına assalar, bu kadar acı çekmezdim.”
İstanbul’da bazı polisler biz “Ergenekoncuları”, vatan haini gibi görüyorlardı!..
Maalesef hissettiklerimde hiç ama hiç yanılmadığımı, PKK’nın “devlet yapılanması” olduğu söylenen KCK davasından 8.5 ay tutuklu kalan Prof. Büşra Ersanlı teyid etti. Tahliye olduktan sonra CNN Türk’te Enver Aysever’in “Aykırı Sorular” programına katılan Ersanlı, İstanbul Emniyeti’nde nasıl bir “muameleye” maruz kaldığını anlattı. Çok iyi davranmışlar, hatta mahçuplarmış. Muhtemelen biz “Ergenekoncular”ı da sorgulayan o polisler, Ersanlı’nın oturduğu koltuğu işaret ederek, şunu bile söylemişler:
“Bu koltuğa ne paşalar oturdu!.. Siz bizim için çok değerlisiniz Hocam!..”
Bilmem, meramımı anlatabildim mi?
(...)
Keşke Hatay-Dörtyol’daki olayda haklı infiale kapılan polis kardeşlerimiz; mesela Sabahat Tuncel polisi tokatladığında da aynı tepkiyi gösterebilseydi...
Artık ayyukka çıktı ki, bir avuç ‘adam’ yaklaşık 250 bin kişilik polis teşkilâtına hükmediyor, polis eliyle insanlara kurulan tuzak iddialarının ardı arkası kesilmiyor... Kendilerinden olmayan müdürlerini bile ‘imha’ ediyorlar. Hanefi Avcı 2 yıldır niye Silivri’de? Sabri Uzun, Emin Aslan, Mustafa Gülcü vs’nin başına neler geldi? Keşke polis kardeşlerimiz: “Neler oluyor?” diye sorsalardı. En azından bundan sonra sorsalar, sorgulasalar.
Müyesser Yıldız