Kıbrıs politikası tereddüt kabul etmez
Kıbrıs Barış Harekâtının üzerinden 50 yıl geçmiş ve 50’nci yıl görkemli törenlerle kutlanmıştır. Kıbrıs konusunda yarım asra yakın bir süre müzakere yapılmış ve bu konuda bir sonuç alınamayacağı defalarca ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin Kıbrıs politikası, özellikle AB’den müzakere tarihi alabilmek için yapılan görüşmelerde, Annan Planı marifetiyle orta vadede neredeyse Kıbrıs’ın tamamen elde çıkmasının yolu açılmak üzereyken, Rum tarafının Kıbrıs’ın tam kontrolü ve hâkimi olma konusunda gösterdiği sabırsızlık nedeniyle direkten dönmüştür. Kıbrıs politikası, yönetim hatalarından veya başka saiklerle “deneme-yanılma metodu” ile yalpalayarak yürütülmüş, sonuçta eşit, egemen iki ayrı devlet olarak doğru yol bulunmuştur.
Politikadan sapma olabilir mi?
İki ayrı, eşit, egemen devlet olarak belirlenen bu politika şimdilik kararlı bir şekilde yürütülmektedir. Özellikle son 5 yıldır, devlet yönetiminde olanların tümünün açıklamaları, bunun artık değişmeyeceğini göstermektedir. Ancak kesinlikle müzakereden bahsedilmemelidir.
Türk Dışişleri Bakanı beş yıldır davet edilmediği dışişleri bakanları gayriresmî toplantısına davet edilmiş ve Brüksel’deki bu toplantıya katılmıştır. Bakan, Türkiye-AB ilişkilerinin ve iş birliğinin geliştirilebilmesi üzerinde durulduğunu, Gümrük Birliği ve vize meselesindeki sıkıntıları ifade ettiğini söylemiş, üyeliğinin Türkiye’nin stratejik hedefi olduğunu belirtmiştir.
Türkiye’nin beş yıldır Doğu Akdeniz’de Türkiye-Yunanistan ve GKRY arasındaki gerilim nedeniyle davet edilmediği bilinmektedir. AB raporlarında, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında ve ‘Kopenhag Kriterleri’nde gerileme, AİHM kararlarına da uyulmama nedeniyle üyeliğin zorlaştığı belirtilmektedir.
Bu arada AB Konseyi Başkanı Kıbrıs konusunu hatırlatmış, sözcüsü de Kıbrıs sorununun ele alınması için bu diyaloğun iyi bir fırsat olduğunu beyan etmiştir. AB, konunun BM parametrelerine göre müzakere edilmesinde ısrarlı görülmektedir.
Ayrıca Türkiye’nin sığınmacıların Avrupa’ya geçmemesi için Geri Kabul Anlaşmasını tam uygulayarak tampon olması bu vesileyle hatırlatılmış, Suriyeli sığınmacılar için verilen ve verilecek olan paranın harcama alanları konuşulmuş, onları geriye göndermek yerine entegrasyon odaklı politikalara ağırlık verilmesi talep edilmiştir.
Görüldüğü üzere AB’nin Türkiye’yi, kaşına gözüne âşık olduğu ve AB üyeliğine almak istediği için değil, Türkiye’nin hak ve menfaatlerini ve yaşanan gerçekleri dikkate almadan sadece kendi çıkarlarını düşünerek toplantıya çağırdığını anlamak gerekir. Gerçi Türkiye Kıbrıs politikası konusunda, tespit edilen politikasını bir kere daha anlatma imkânı bulmuş olmakla beraber, AB yine bildiğini okumaktadır.
Türkiye’nin BRICS üyeliğine başvurması da AB’de endişeyle karşılanmıştır. Sebebi, Türkiye’nin AB’den uzaklaşması hâlinde, Türkiye’den olan taleplerinin yerine getirilmesinde elinde tuttuğu kozu kaybetme korkusudur. Bu nedenle “aday ülke” durumunun da devam edeceğini açıklamak zorunda kalmıştır.
AB’yle müzakerede önümüze sürülecek konuların başında güvenliğimiz aleyhinde olanlar gelecektir. Türkiye’nin jeopolitik durumu ve güvenlik algılaması diğer AB üyelerininki gibi olsa sorun olmaz. Ancak bizim durumumuz farklıdır. Kıbrıs konusu da bunların başındadır. Tereddüt etmeye gelmez.
Sonuçta, kazanılmış ve korunmuş hak ve menfaatlerimizden geri adım atmamaya, Kıbrıs konusunda kesinlikle müzakere tuzağına düşmemeye dikkat edilmelidir. Türkiye’nin uyguladığı politikadan, başka konularda bazı tavizler koparabilme ümidiyle küçük de olsa sapışlar göstererek müzakereye meyletmesi akıllardan dahi geçirilmemelidir. Masaya ancak, KKTC’nin tescili ve tanınmasını imzalamak üzere oturulabileceği vurgulanmalıdır.
Muhalefetin de sorumluğu vardır
Kıbrıs konusu millî bir davadır. Sadece KKTC’yi değil, ondan daha fazla Türkiye’yi ilgilendirir. Türkiye için tarihi mirastır, güvenlik ve güvenirlik konusudur. Tespit ve kabul edilen politika, son beş yıldır vurgulanan devlet politikasıdır. Bu nedenle siyasi polemik konusu yapılamaz.
Muhalefet liderinin, 50’nci yıl kutlamaları vesilesiyle KKTC ziyaretinde Cumhuriyetçi Türk Partisi’ni (CTP) ziyaret etmesi, onu doğru politikalara ikna etmek için bir fırsat olarak görülüp, kabul edilebilir. Ancak onu “kardeş parti” olarak nitelemesi kabul edilemez. Bu partinin politikasının millî olmadığı, müzakereden yana olduğu, federasyonu savunduğu, taviz vermeye meyilli olduğu, zaten bilinen düşüncelerinin Annan Planı müzakerelerinde tamamen ortaya çıktığı, hatta Rum Akel Partisi’yle de diyalog içinde olduğu, önceki iki Cumhurbaşkanının yönetimde olduğu periyotta bunların dile getirildiği bilinen bir gerçektir. Konuşmak, görüşmek başka, “kardeş parti” olarak nitelendirmek başkadır. Bu yaklaşım benzer görüşün paylaşıldığını çağrıştırabilir. Bu nedenle dikkatli hareket etmekte fayda görülmektedir.
***
-Konu, “Kıbrıs sorunu/meselesi” olarak ifade edilmemeli, Türkiye için Kıbrıs diye bir sorun olmadığı açık olarak ortaya konmalıdır. 1974’te çözülmüş, 1983’te bitmiştir. Zaten ırkı, dili, dini, kültürü, sosyal yapısı, tarihi, hatta hiçbir şeyi birbirine benzemeyen toplumlardan müşterek bir devlet olamayacağı ortadadır. Zorla güzellik olmaz.
-Kıbrıs; Ada’daki Türkler için, siyasi haklara sahip, güven içerisinde, hür ve egemen olarak varlıklarını devam ettirebilecekleri bir vatana sahip olunması, Türkiye için de ulusal güvenliğinin tehdit edilmesine ve Doğu Akdeniz’deki etki alanının kısıtlanmasına engel olunması ve millî menfaatlerinin korunması konusudur. Dolayısıyla hem Türkiye hem de KKTC için millî ve bugüne kadar birlikte verilen mücadeleyle, egemen iki devletli çözüme kadar getirilen mukaddes bir davadır.
-Kıbrıs’ta elde edilen hakların ve onun yarattığı etkinliklerin feda edilemeyeceği, elden kaçarsa bir daha ele geçirilemeyeceği dikkate alınmalıdır. Kıbrıs sadece KKTC’yi değil, ondan daha da fazla Türkiye’yi ilgilendirir.
-Gelinen aşamada, KKTC’nin uluslararası alanda tanınması yönünde çaba gösterilmesine devam edilmesi, federasyon yönünde bir çağrışım olmaması için adının da Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KTC) olarak değiştirilmesi yararlı olacaktır.
-Üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmenlerin durumunun, yabancılara mülk ve toprak satışının, özellikle İsrail’in ön ayak olduğu anormal inşaatların yarattığı güvenlik sorununun ve verimli tarım arazilerinin ziyan olmasının önüne geçilmesine de özen gösterilmelidir.