"Kahraman"ın 1000 günü
Ey düzen, “Öyle büyük bir yalan üret ki kimse karşı çıkamasın” bu işkenceye
Nihal Atsız’ın çok sevdiğim şiirlerinden biridir:
“Şiir yaratmak için. / Dağda niçin bağrılır? / Feleğe çatmak için. / Açılır tatlı güller / Arılar tatmak için. / Göğse çiçek takılır / Solunca atmak için. / Tanrı kızlar yaratmış / Erlere satmak için. / İnsan büyür beşikte / Mezarda yatmak için. / Ve... / Kahramanlar can verir / Yurdu yaşatmak için...”
Onca işkenceye uğrayıp erken yaşta ayrılmasaydı aramızdan ve bugün yazıyor olsaydı bu şiiri “Gazeteci tutuklu yatmak için” diye bir mısra da ekler miydi bilmem...
Yahut “kahramanlık” tasvirini “ölmek” değil de “zulme rağmen yaşayabilmek” üzerine inşa eder miydi dersiniz?
***
Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre “savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren” anlamına geliyor “kahraman”;
“Alp, yiğit” kimse.
Cesur yani... Bahadır... Yürekli... Gözü pek...
Ve;
Düşüncelerini açıkça söylemekten çekinmeyen...
***
Siz mesela...
Sabaha karşı 06.00 sularında Yemen Türküsü ile uyuttuğunuz 9.5 aylık bebeğinizin ilk dişlerini bir “açık görüş” salonunda görebilseydiniz... İlk 8-10 adımını o “açık görüş salonu”nda attırabilseydiniz çocuğunuza...
Bunlar yine iyi, neden aranızda bir engel bulunduğunu kavrayamayan bebeğiniz, size dokunamadığı için camı yumruklayarak ağlamaya başlasaydı karşınızda ve susturamasaydınız... “İstanbul’a gidiyorum döneceğim” diyerek alnını öptüğünüz küçük kızınız 1000 gün sonra “Baba ne zaman döneceksin” diye soruyor olsaydı hâlâ ve siz cevapların bittiği yere hapsedilmiş olsaydınız o
anda...
Hem de böyle garip bir mahkemeden sonra:
Emniyet ve savcılıkta geçirdiğiniz 24 saatten sonra uykusuz ve bitkin halde çıkarıldığınız Nöbetçi 14. Ağır Ceza Mahkemesinin hakimi sorar:
“Bu kadar çok belge sizde ne arıyor?”
Kitaplarınızdan, gazetecilik mesleğinin gereklerinden bahsedersiniz uzun uzun...
Der ki, Hakim “Kendinizi çok iyi ifade ettiniz”. Sevinirsiniz. Sonra “yeni!” bir soru:
“İyi de bu kadar belge sizde ne arıyor?”
***
Tam da anlattığım gibi başlasaydı sizi hayattan alıkoyan tutukluluk hali mesela...
Bir gün bile “günaydın”ını duymamaya tahammül edemediğiniz o “sevgili” sesin yerine, bin gün boyunca “sayııım” anonsunu koyabilir miydiniz?
Bin günü sabah 08.00’de “Sabah sayımı için düzen alınız” komutuyla selamlayabilir ve bin günü “akşam sayımı için düzen alarak” noktalayabilir miydiniz?
Bin gün boyunca, “kaloriferin üzerine koyduğunuz pet sişedeki suyla” yıkanabilir misiniz? (Yazsa, kaloriferin yerini, havalandırmaya sızan -tabii sızıyorsa- güneş alıyor bu arada)
Hayatınızın arka arkaya bin günü, saat 16.30’dan sonra “hava” almanız yasaklansa; boğulmamayı becerebilir
miydiniz?
Bin gün boyunca, hücreden ötesiyle yegane “direk iletişim kanalı”nız “20’ye 30 cm’lik bir mazgal” olsa!..
Koğuşta yalnız geçirdiğiniz birinci ayın sonunda, henüz kavuştuğunuz televizyon ekranında, Adalet Bakanı’nı “sadece altı gün yalnız kaldığınızı” söylerken “suç üstü” yakalasanız!..
Yan koğuşlardan gelen coşkulu sesler üzerine ne olduğunu sorduğunuz gardiyan “PKK tutukluları hep birlikte Nevruz’u kutluyorlar” dese... Bir onlara bir kendi halinize baksanız... Gardiyanın en yalın haliyle dile getirdiği şu gerçek tokat gibi patlasa suratınızda:
“Abi sen PKK olsan mesele yok zaten. Ergenekonsun!”
Geceleri bir “ses”e hasret, sivrisineğin yolunu gözleseniz; “vızıldasa da dinlesem” diye!..
Siz bin gün semaver buharında yemek yapıp, leğende çamaşır yıkayabilir misiniz?
Üstelik “marulu amacı dışında kullanmak” gibi bir suçlama ile karşı karşıya kalma tehdidi altında? Bu suçu uyduranın pekala “çamaşır deterjanını, sıvı sabunu amacı dışında kullanmak”tan da ceza almanızı isteyebileceğini bildiğiniz halde üstelik!
Ben yapamam.
Bu yüzden, insanın ruh ve beden sağlığı için son derece tehlikeli olan bu şartların üstesinden gelen kimse “kahraman” dır benim gözümde.
***
Yukarıda yazdığım herşeyi ve çok daha fazlasını her gün yeniden yaşayan Mustafa Balbay bugün tutukluluğunun 1000. gününde. “Ceza” çekiyor olsaydı tamamdı da, yargılaması bittiğinde, beraat ederse “hiç uğruna” katlanmış olacak sindirmeye odaklı “silindir” model “hukuk”la ezilmeye.
Geçtiğimiz Mayıs ayında “Silivri Üçlemesi” ile birlikte yolladığı kısacık notta:
“Bazen hatta sık sık onca işe nasıl yetişiyorsunuz diye şaşıyorum. Enerjinizin ve meslek heyecanınızın hiç bitmemesini dilerim” yazmıştı
bana.
“Adalet” çığlığınızın üzerine kapattıkları demir kapıları, hâlâ “kaleminizle” açmaya çalışıyorsunuz ya; asıl biz size şaşıyoruz Sayın Balbay...
Zulümhane’nin ilk sayfasında, Joseph Gobbels’ten yaptığınız alıntıya atıfla haykırmak istiyoruz:
Ey düzen,
“Öylesine büyük bir yalan üret ki kimse karşı çıkamasın” bu zulme... Çünkü artık arkasına saklandığın “darbe” bile yetmiyor işkenceci yüzünü gizlemeye!
“Zulümhane günlüğü”nden...
Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay, tutuklu olarak geçirdiği 1000 günde tam üç kitap kaleme aldı. Lafın gelişi değil; Balbay üç kitabını da “kalemle” yazdı, cezaevi kantininden aldığı çabuk tükenir kalemlerle, satır satır: Zulümhane, Zulümname ve Zulümdar!
“Tutuklu gazetecinin seyir defteri; zulümhane günlüğü”nden bir kaç bölüm seçtim; “adaletin pençesi” ile yüzleşmenize yardımcı olur belki...
“DEYYUS”TUR O...
“Sayfaları sallayıp haberleşme gözünden seslendi: “Mustafa Bey bu yazıda sorun var diyorlar.”
Şaşırdım. Düzenli mektup-yazı göndermeye başlayalı bir ay olmuştu. Rayına oturduğunu düşünmüştüm.
Yazı tamamen 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına uzanan Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un yargılanmasıyla ilgiliydi. (...)
- Bu yazının neresinde sorun var?
“Mustafa Bey ben sizin televizyon konuşmalarınızı da izlerdim...”
- Eyvallah... Yazının diyorum...
“Siz kelimelerle çok oynuyorsunuz. Bazen biliyorsunuz, farklı anlamlar çıkarıyorsunuz. Bazen çok bilinen bir kelimeyi farklı bir anlam çağrıştıracak şekilde söylüyorsunuz...”
- Bu yazıda öyle bir şey yoktu...
“Dreyfus demişsiniz...”
- Evet, Dreyfus’un başına gelenlerle ilgili bir yazı.
“Dreyfus diye biri var yani...”
- Tabii var. Yazdığım gibi adamı gizli belge bulundurmuşsun, casusluk yapmışsın diye suçlamışlar. Sonunda beraat etmiş...
“Mustafa Bey siz Dreyfus demekle birilerine deyyus demek istemiş olmayasınız...”
KATİLE YAPILMAZ
“Levent Ersöz’ün bacağı sargı içinde. Sağ bacağının üst kısmı ile karın arasında “et yiyen bakteri” var. Bizim koğuşa gelene dek yedi kez ameliyat olmuş. Küçük tuvaletini sondayla yapıyor. Bunu kendisinin yapması olanaksız, yardımcı gerekiyor. Ayrıca boyun fıtığı ve kalp yetmezliği var.
Ertesi gün öğreden sonra Levent Paşa fenalaştı... Silivri Devlet Hastanesi’ne götürdüler. Ferit Hoca başta hepimizin tahmini şu oldu: “Artık geri gelmez.”
Saat 02.30 sıralarında demir kapı gecenin sessizliğinde büyük bir gürültüyle açıldı. Kapıdaki üç dört görevli, tekerlekli sandalyedeki Ersöz’ü koğuştan içeri iteklediler, “Bizim içeri girmemiz yasak, hastaneden geri gönderdiler” deyip gittiler. Levent Paşa’nın gözleri öfke ve çaresizlik içindeydi. (...) 40 kişinin katili olsa böyle bir muamele ile karşı karşıya bırakılmaması gerekir!
YAŞASIN KANSERMİŞ
“İşin pratiğini bilen gardiyanların görüşü şuydu: “Eğer amansız bir hastalık teşhisi konursa tahliye ederler. Aksi halde damar sertti, kalp ritmi bozuktu bunlara aldırmazlar...”
5 Haziran Cuma günü haber geldi: “Erol (Manisalı) Hoca’ya kanser teşhisi koymuşlar.”
Birden “yaşasııın” narası koptu ağzımdan...”
ATATÜRKÇÜ GARDİYAN
“Bir gün selamlaştığım gardiyanlardan biri mazgalı açtı, beni yanına çağırdı.(...) Yaklaştım “Selam” dedim. “Yaklaş” dedi. Biraz daha yaklaştım. Mazgal bel hizasında. Eğildim, ”Hayrola“ dedim. “Biraz daha yaklaş” dedi. Burun buruna geldik. Fısıldamaya başladı: “Sana bir şey söyleyeceğim, ben Atatürkçüyüm. Aramızda kalsın...”
Aymazlığın saltanatına isyan
999 gündür suçu yüzüne okunamamış bir adamın meslektaşı olarak; özgürce attığım her adımdan, çaldığım her kapıdan, yazdığım her yazıdan, yediğim her lokmadan, duyduğum her güzel kokudan, özlemekten, daralmaktan, sıkılmaktan... Utanıyorum...
Delilden suça gitmeyi bir yana bırakıp; uydurduğu suça delil üretmeye çalışan hukuk sisteminden mesela... Üç yılı aşkın bir süredir bir türlü bulunamayan... Ve hâlâ “karartılabileceği”nden kuşku duyulan o delillerden!
Mustafa’nın, Tuncay’ın ve diğer gazetecilerin içeriden yazmak zorunda kaldıkları o kitaplardan... O kitaplarda anlatılan “zulümhaneler”den elbette...
Sürekli izlenen hücrelerden... Su depolamak için kullandıkları plastik şişelerden... Kendilerini salmamak adına düzenli olarak yaptıkları spordan... Hasret ve isyan kokan şiirlerden... Tatsız-tuzsuz hapishane yemeğine lezzet katma formüllerinden... Topraksız saksılarda yetiştirilen “yeşil soğan çiçekleri” nden... Asla söndürülmeyen beyaz ışıklardan... Gardiyanların bitmek tükenmek bilmeyen yoklamalarından... (...) Elle yıkanan çoraplardan, çamaşırlardan, steril ortam yaratma çabalarından... Beyaz duvarlardan, demir parmaklıklı ve tel örgülü camlardan... O tel örgülerden görünen “havalandırma”dan...
Dışarıdan gelen hastalık haberlerinden; nefret ediyorum!
***
999 gündür suçu yüzüne okunamamış bir adamın meslektaşı olarak; özgürce attığım her adımdan, çaldığım her kapıdan, yazdığım her yazıdan, yediğim her lokmadan, duyduğum her güzel kokudan, özlemekten, daralmaktan, sıkılmaktan... Utanıyorum!
Küçük bir çocuk görmeye hele... Asla dayanamıyorum! Mustafa’nın avuç kadarken bıraktığı yavrusu geliyor aklıma!
Onun hapishane kapılarında babasını görmek için bekleyişi geliyor...
Bir de yaşlılara tabii... Görünce kaçmak geliyor içimden! Mustafa’nın “Artık çok özledim” diye kıvranan annesini, gözyaşlarını içine akıtan babasını düşünmeye bile tahammül edemiyorum.
Bir de karısının, yıllardır onurla verdiği mücadele gelince aklıma... Çıldırıyorum! Bu yüzden... Kadınlara da bakamıyorum!
***
Sinir oluyorum!
Aydın aymazlığına...
Tilki kurnazlığına...
Kalleş bağnazlığına...
İsyan ediyorum!
Bin bir gece masallarına döndü bu iş!
Sadece Mustafa’nın hayatından çalınan günlerin sayısını göstermiyor bu rakamlar... Duyarsızlığın, umursamazlığın ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” cılığın dört haneli saltanat günlerine ulaştığını da simgeliyor! Gazeteciliğimden utanıyorum bu yüzden... İnsanlığımdan utanıyorum... Ve ben bu yazıyı yazmaktan korkunç sıkılıyorum aslında...
Bu yazıya neden ve konu olan her şeyden utanıyorum!
Mustafa Mutlu / Vatan
AHİM’in keseceği faturayı da halka ödetecekler
Deniz Feneri sanıkları “tutukluluk cezaya dönüştü” gerekçesiyle 100 günde tahliye edilmişti... Balbay’ın 1000 gün yatması yeterli ceza sayılmıyor...
CHP yemin boykotunu bitirip Meclis’e dönerken AKP ile sözde Balbay’ın tahliye edilmesi için mutabakat sağlamıştı. Hani nerede?
Geçenlerde 4 parti şikecilere verilen hapis cezasının indirilmesi için ortak tasarı hazırladılar. CHP şikecilerin cezalarını indirirken tutukluluk sürelerinin azaltılmasını gündeme getirmedi. Oysa BDP ve MHP’yi de yanına alarak AKP’yi sıkıştırabilirdi.
Kıdemli siyasetçi Hüsamettin Cindoruk, Radikal’de Ezgi Başaran’a özel yetkili mahkemelerle ilgili şöyle diyor:
“- AİHM’den Fransız hukukçular gelip bana bu konuyu danıştı. Kendi sefaretleri aracılığıyla beni bulmuşlar. Yarın öbür gün AİHM bizi öyle ağır cezalara çarptıracak ki...”
İyi de AİHM cezaları acaba iktidarın umurunda mı? Para ceplerinden çıkmıyor ki... Yine halka ödetiliyor...
Melih Aşık / Milliyet
Siyasi iktidar tutuklamayla cezalandırıyor
Hani tutuklamalarla ilgili dillere pelesenk olan cümleler var ya...
- Mesela “tutukluluk istisnadır” şeklinde...
- Mesela “tutukluluk cezaya dönüşmemeli” şeklinde...
- Mesela “biz de tutukluluğa karşıyız” şeklinde...
Ben artık bu türden cümlelerin hiçbir anlamı kalmadığına inanıyorum. Geldiğim nokta şurasıdır:
Siyasi iktidar, “tutuklama” yoluyla resmen ve alenen “cezalandırma” yoluna gitmektedir.
“Bin gün” dedim de aklıma geldi. Sahi Başbakan Tayyip Erdoğan ne kadar hapis yatmıştı?
Ahmet Hakan / Hürriyet