"Kader Planı"nda yaşadığımız kadersizlik
Memleketin mayası sağlam. Büyük felakette bir daha gördük. Fakat kurduğumuz yapılar çürük.
Kanunlar sağlam, uygulama çürük. Sağlam kurulmuş devlet yapısını işleten insan yapıları daha çürük. Kurumlar adım adım bozuldu ve yıkıldı. Devlet, depreme dayanıksız hale böyle geldi. O halde bakılacak yer belli: Asıl deprem yönetimdedir, yönetenlerdedir. Devlet aygıtında yaşanan zelzeleye bakacağız. Bu bozgunla yüzleşeceğiz. Depremde kaybettiklerimize borcumuz bu. Yeni nesillere borcumuz bu. Türkiye''ye ve Türklüğe borcumuz bu.
Yine o soru: Niçin bu duruma düştük?
Yönetenlerimiz yine "kader planı" dedi. Vatandaşları rahatlatmak için buldukları bir ifade yolu olsa üzerinde durulmayabilir. Ne yazık ki, dinden görünerek, dine dayandırarak yapılan - en hafif tabirle söyleyeceğim- bir uyutma stratejisinin dili bu. Hep yapılan ve biz uyanmadığımız takdirde hep yapılacak bir kolay ticaretin dili. Yani, "Allah''tan geldi, bizim suçumuz yok.." demek istiyorlar. Söze bakar mısınız? İşte karşı çıkacağımız ve etki alanındakileri düşündürerek etkisiz kılacağımız kafa budur. Suçu Allah''a havale eden bu kafa kafa değildir. Dini bu hale getirdikse o din de din değildir.
Sözü neresinden tutsanız yanlış ötesi yanlıştır. Mehmed Âkif, yüz yıl öncesinde bu dine bühtan eden kafaların kandırma dilini açık etmişti:
Kadermiş! Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.
Bu kadar net. Biz belamızı istedik, Allah da verdi. Onun kanunları değişmezdi, değişmedi. Başka türlü söz etmenin gerçekle uzaktan yakından alakası olamaz.
"Kader planı" diyerek insan hatasını savmaya çalışan sıradan birileri değil, başımızdakiler. Başımıza gelenlerin sebebine bakanlar bu sözü ve benzerlerini duyunca halimize bir daha yanacaklar. Japonya''da hata eden cezasını kendi veriyor. Bizde kanuna-kurala da yollar tıkalı. Henüz istifa eden de yok. Pişkinlik-yüzsüzlük, en sağlam duvar, yıkılmıyor. Japonya''da "kader planı" insan öldürmüyor da Âkif''in dediği gibi "Hâşâ!" bize kastı mı var? Bunu bile düşünmeden bu sözü duyup "Evet öyle" diyorsak veya susuyorsak dehşettir. Nereden bakarsanız bakın dehşettir.
Bu kafayla her yıkımın insan suçlusu yoktur. Orada düşünme yoktur. Akıl, türlü yollarla etkisiz hale getirilmiş ve susturulmuştur. Aklı bu hale gelen de aklı olmayanla umulmadık yerde birleşir. Yetkisi-sorumluluğu yoktur. Aklı olduğu halde böyle kullanan veya kullanmayan daha zararlı bir varlık haline dönüşebilir. Kendimizi böyle mi aklamaya çalışacağız? Depremi insanın önlemesi mümkün değildir, tamam. Bu gücü hiçbir insan aklının icadı alet edevat veya tedbirde bulamayız, doğru. Ancak depreme dayanıklı bina yapmak insanın elinde değil midir? Kader, sağlam bina yapmayı mı önlüyor? Dünyada ve ülkemizde sağlam bina yapan akıllı örnekler kadere karşı mı durdular?
Suçlu biziz
Bu sözün eski tabirle bâtıllığı, günlük hayatın kelimeleriyle saçmalığı, sapkınlığı ortada. Yaşadığımız "Kader Planı"nı biz ördük. Yıkılan binaları yapanlar ve yaptıranlar bu büyük katliâma yol açtılar. İmar Affı çıkaranlar bu katliâmı büyüttüler. Hiçbir kıvırmaya girmeden denecek bellidir: Bu katliâmın sorumlusu biziz. Susanlar, konuşmayanlar, eleştirmeyenler... Hepimiz suçluyuz. Yeri mi sırası mı? Evet tam sırası. Belâ içindeyken konuşulmayan sonra dinlenmiyor, duyulmuyor. Belli aralıklarla bu belalara mahkûm oluyoruz. Akıllanmıyoruz.
Hatırlayın, 1999''u yaşamış olanlar bile İmar Affı denen katliâm habercisi karara karşı çıkmadılar.
Bu depremde yıkılan binaların bir yarısı o affın yapıları çıkarsa şaşılmaz. Diğer yarısı da çalma, yağmalama yapılarıdır. İkisi de derin ahlaksızlıktır. Ahlak.. ahlâk! Bu eksiğimizi tamamlasak çok şey değişir. Suçu Yaradan''a atmak o derin ahlaksızlığın zirvesidir. Bunlarla ne doğruyu anlarız, ne de kurtarıcı bir yol bulabiliriz. Peki ne olacak? Basitçe söyleyelim: Kurallara uyacağız. Tek çare bu!
Görünen köy
Yaratılan ortam, gören göz için gerçeği bütün açıklığıyla ortaya çıkardı. Resmi doğru göreceğiz. Karartmalarla örtülemeyecek bir enkazın ağırlığı altındayız. Algı merkezleri de enkazın altında kaldı. İyi ki kaldı. Takkenin düşüp kelin göründüğü bir yere geldik. Her belanın ardından gelen böyle iyilikler var ki görülmeyi ve gereğinin yapılmasını bekler. Her facia, faciadır ve aynı zamanda bu durumlara düşmemek için düşünme ve hareket etme fırsatı yaratır.
Egemenlerin yarattığı iklime rağmen sorular soracak ve cevabını arayacağız. Başka çaremiz yoktur. Türkiye dünyanın ilk dört deprem ülkesinden biri. Bizim için deprem kaçınılmaz bir sonuç. Ne yapsak, ne etsek depremlerle sarsılacağız. Değiştiremeyeceğimiz ve kader diyeceğimiz yalnızca bu çıplak gerçektir. Sonrası, bizim ördüğümüz kaderin getirdiği tabii sonuçtur. Hiçbir tedbir almazsanız, o deprem sizi yerle bir eder. Tabiatın kanunu(isterseniz ilahi kanun deyin) budur ve değişmez. Fırsatçıların dinden görünme sahtekârlığına kurban edilen o dille "Allah''tan geldi" diyerek kurtulacağınız bir iş değildir. Her yere Allah''tan geliyor. Yine söyleyeceğim, Japonya''da daha büyük depremler oluyor ve can ve mal kaybı neredeyse olmuyor. Bütün binalarını, yollarını, havaalanlarını dayanıklı hale getiriyor ve depremi sıradan bir tabiat olayı gibi karşılıyorlar. Bu mümkün. Görüyor, biliyoruz. Biz de yapabiliriz, yapmıyoruz.
Tedbirsizlik kurbanıyız
Bu durumda, on bir ilimizi yerle bir edecek kadar ağır hasara yol açan bu depreme ne diyeceğiz? Hiçbir tedbir alınmamış. Anlatılıyor, bazı namuslu devlet görevlileri bazı binalara ruhsat vermemişler, yine bir yolunu bulup kullanıma açılmış. Önemli bir kısmına resmî denetleme görevlilerince de itiraz edilmemiş. Belli ki onlar -argo tabirle- temelden bağlanmış. Bir kısmına yıkım kararı verilmiş, yine içinde oturulmuş. Bunun suçlusu kader mi?
Peki, bu dizi dizi yanlışları kim yapmış? Sözü eğip bükmeden söyleme vaktidir: En başta merkezî hükûmet. Kabahatin yüzde doksanı baştakilerdedir. Çok geriye gitmeye gerek yok: Yirmi yıl içinde, baskıyla, talimatla, İhale Kanunu''nu 193 kere değiştirerek müdahale eden onlardır. İhale Kanunu''nun 193 kere değiştiğini söyleyince, esasen başka söze hâcet yoktur. Yalnız bunun üzerinde duran başımıza gelen her türlü yağmalama, eritme-çürütme, bozma ve bozgun haline şaşmaz. Olan bitenlerin hemen tamamına yakını bu yaz-boz keyfiliğinde ve fırsatçının(oportünist) herkesi susturan, susta durduran despotluğunda oldu.
O Arabesk
"Kader planı" bana Orhan Gencebay''ın meşhur arabeskini hatırlattı. O, "Bana kaderimin bir oyunu mu bu?" derken, acılara, yokluğa, yoksulluğa karşı biriken öfkeyi-çaresizliği formüle ediyordu. Fert fert bir kesimin insanlarının duygusuna tercüman oluyor, feryadını söylüyor, şekillendiriyor ve yine arabeske uygun bir argoyla söyleyelim, insanların gazlarını alıyordu. Toplumun ve ferdin bakış açısını söyleyen, aslında gerçek duruma dayanan arabesk gerçekliğinde bir söylemdi.
"Kader Planı" diyenin konuştuğu ve dikkat çektiği yer başka. O, faturayı yukarıya çıkarıyor. Sakın itiraz etmeyin, bu oradan geliyor diyor. Orhan Gencebay''ınki topluma, en azından bir kesime tıpatıp oturuşuyla gerçekle bir yerden buluşuyor. "Kader Planı" diyen, üst perdeden, diline-arkasına Tanrı''yı alarak konuşuyor. İnsanı, iradesini, yapıp etme gücünü bağlayarak büsbütün çaresizliğe iterken bilemediğimiz bir aşkın güç adına söz söyleyerek "Bu budur" diyor. Tanrı''nın bu dile ne diyeceği ayrı bir mesele halinde erbâbının önünde dursun, sorumsuzluk dilinin böylesi düşünenler için dehşettir. Bu kadarla geçilmeyecek kadar önemli bir derdimizdir. Sonuca dair cümlelerime de bu düşünceye benzemez sözün kader yankısı zemin oldu. "Kader planı" diyenlere iyi bakın! Sonraki yazılarımda da, "Kader planı diyenler kendileri niçin kadercilik etmiyorlar? Yaptıklarına bakınca ne görüyoruz?" sorusunu sorarak ve yaşadıklarımızla devam edecek gibiyim. Çünkü bu zelzele bütün sarsıntıların kaynağı.
Diyeceğim şu ki asıl deprem devlettedir. Bu bozgunla yüzleşeceğiz. Depremde kaybettiklerimize borcumuz bu. Yeni nesillere borcumuz bu. Türkiye''ye ve Türklüğe borcumuz bu.