Jurnalciliğin efendileri

Biz isimleri açıklanınca kaçacak delik ararlar diye beklerken İsmet Berkan öyle bir yazı yazdı ki, bir tek “Amerikalılar’ın hazırlayacakları kriptolara faydam dokunduysa ne mutlu bana” demediği kaldı

Evet gazeteci herkesle görüşür, konuşur, buluşur...
Evet gazeteci herkesten bilgi alır...
Evet gazeteci bütün bunları yaparken haber-bilgi kaynağını açıklamak, hesap vermek zorunda da değildir!
Bütün bunlara “evet” de; Gazeteci dediğin ava giderken avlanmaya programlı mıdır ki, günümüz “meşhur gazeteci”sini bilgiyi alırken değil verirken “yakalıyoruz” sık sık? Veya ava gitmeye değil de sadece avlanmaya programlı gönüllü keklikler mi bu arkadaşlar!
Yok yoook öyle konferanstan, televizyon ekranından, gazete sayfasından kamuoyuna aktardıkları “bilgi” değil mevzu bahis ettiğimiz...
Anlayın işte, düpedüz “jurnalci olur mu” diye soruyoruz gazeteci; yönetenlerine, egemen saydığı güçlere yaranmak için, Cüneyt Ülsever’in dünkü yazısında kullandığı söz kalıbıyla “üç kuruşluk menfaat uğruna” ihbarcılık yapar mı?
Medyaya “iliştirilmiş” casuslardan değilse; bu sorunun cevabı tereddütsüz “hayır” olmalı değil mi?
Neden duyamıyoruz öyleyse?
( Haksızlık da olmasın; hep de vermiyorlar canım, onların da karşı taraftan aldıkları oluyor bolca;
Talimat... Emir... Ödül...)

* * *


Mesleki misyonu gereği bu tür alış-verişlere girenleri “deşifre” etmesi gereken gazetecinin “al gülüm- ver gülüm” yaparken “yakalanmasını” utanç sayardık biz...
“Gazetecilik etiği gereği...” diye başlayan uzun, kızgın, kırgın cümlelerle hesap sorardık...
Mesela “Türk devletinin ve tarihinin hakkından gelmek” üzere Brüksel’e makbuz karşılığı rapor yazanların “jurnalciliği” belgelenince, yüzlerine sallar o belgeleri, “açıkla” derdik;
Neden, nasıl, ne için, ne hakla?..
Mesela ABD ajanlarıyla, Soros temsilcileriyle “karanlık işler çevirirken fotoğraflanınca”, boy boy, tekrar tekrar basar o resimleri “açıkla” derdik;
Mesleki istihbarattan ibaretse yaptığın neden “karanlık” bu kadar bu fotoğraf?
Onlar cevap veremedikçe; utanıyorlar, sıkılıyorlar, yüzleri kızarıyor, kendilerini köşeye sıkışmış hissediyor da unutturmaya, üzerini kapatmaya çalışıyorlar sanıyorduk... Nerdeee... Jurnacilik meğer göğsünde taşıdığı “şeref nişanı” olmuş “meşhur gazeteci” tayfasının da haberimiz yokmuş!
Eğer WikiLeaks skandalı sonrası girişilmiş bir tür, “acele hırsız ev sahibini şaşırtır” stratejisi değilse şu giriştikleri, medyada gemin azıya alındığının işaretidir kanımca İsmet Berkan’ın aşağıdaki cümleleri: “Pazar akşamı Radikal yazarı Cengiz Çandar ile birlikte iki Amerikalı ile Türkiye hakkında konuştuk. Sözünü ettiğim iki Amerikalı, zamanında federal hükümette önemli görevler üstlenmiş, şimdiki yönetime de yakın olan isimler.
Onlar Türkiye’de son durumu, iç ve dış politika konularını öğrenmek istiyorlardı ama sohbet doğal olarak WikiLeaks belgeleriyle başladı. Onlardan, mümkünse yazacakları raporlarda benim adımı ‘xxxx’ şeklinde değil ‘yyy’ şeklinde kodlamalarını rica ettim. Onlarsa bir rapor yazmayacaklarını, yazsalar bile devlete vermeyeceklerini söylediler. Onlara güvendim.”
Karen Fogg’a “Katıksız Türk görüşü dışında makale yazacaklar” listesinde geri bırakıldığı için sitemde bulunan, Bebek’te CIA ajanlarıyla “sobe”lenen, bir kolu Brüksel, bir diğeri Washington’dayken arada Erbil’e, Erivan’a, Kandil’e de “çıkma” yaparak, mesleki varlığının “ahtapot tipi” olduğunu düşündüren, “bir geçerken Brookings’e uğrayıp, eski dostu ajan Parris’le kahvesini yudumlarken” eee iki Türkiye muhabbetinin de belini kırması şart olan Cengiz Çandar’ı söylemiyorum bile... Ya sen İsmet!.. Giriştiğin AB gazetesi yöneticiliği, AB dergisi promosyonculuğu işlerinden boyunun ölçüsünü alarak “postalanan” sen; Büyükelçi görünümlü CIA ajanı Mark Parris’in “Bakü’nün de şimdi açılımı rehin almaya çalışması doğru değildir” dediği gün tesadüfe bak ki “Türk dış politikası, Türkiye-Ermenistan ilişkileri, Azerbaycan tarafından rehin alınmamalıdır” yazarak “pişti” olman da böyle bir “istişare” sonrasına mı denk geliyordu mesela?
Not: Kod meselesine takılma; kısaca ‘Primat’ yazsalar yeter takipçilerine...


++++++


Yat kalk ‘Bizanslı Tayfun’a dua et
Mehmet Ali Birand ’32.Gün’ün 25. yılını kutladı geçen hafta. Bu 25 yılda gazetecilik adına çok şey yaptı ‘32. Gün’ ama Birand da bu program üzerinden kendisini epey geliştirdi:
Yapım şirketi, şirketlere yüksek parayla yapılan belgeseller, onlara bulunan sponsorlar, kanallara program satış işlerini epey ilerletti. Kutlama gecesine de bir cep telefonu şebekesi sponsor olmuş...
Pek çok görkemli konuk arasında hiç kimsenin Tayfun Akgüner’den bahsetmemesi dikkatimi çekti... Acaba davet edilmedi mi? Unutuldu mu? Ya da oradaydı ama hiç kimse fark etmedi mi?
Oysa o gece Tayfun Akgüner onur konuğu olarak ağırlanmalıydı...
’32.Gün’bugünlere geldiyse ne Can Dündar, ne Deniz Arman’dır mimarı... Asıl kahraman Tayfun Akgüner’dir...
Hafızasızlığa yenik düşmeyelim...
‘Bizanslı Tayfun’ adıyla bilinen Akgüner TRT’de Mehmet Ali Birand’ın yolsuzluk yapıp, dolandırıcılıktan ceza aldığı dönemin genel müdürüydü... Ve Birand’a soruşturma açılmaması için o kadar çok çaba harcamıştı ki...
Birand açılan iki davanın birinden mahkum olmuş, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Açılan ikinci yolsuzluk davası ise Tayfun Akgüner’in dosyaları geciktirmesi nedeniyle zamanaşımından düşmüştü... Haksız mıyım Bizanslı Tayfun’un onurlandırılması gerektiğini düşünmekle!
* Oray Eğin / Akşam


++++++

Sosyologlar ilgilensin
İfade kusuru, imlâ bozukluğu, yazılanı çok başka şekilde anlama, hakkında malûmatı olmadığı konularda mutlaka yorum yapıp meseleyi başka taraflara çekme, başkalarına hakaret etme hakkını görebilme... (...) Senelerden buyana uygulanan kupkuru ve ekserisi işe yaramaz bilgilerle dolu eğitim sistemimiz, özellikle de gençlerin çoğunun okuduğunu anlama ve düzgün düşünme yeteneğini ellerinden maalesef almıştır! (...) “Sosyologların, psikologların incelemeleri gerekir” tavsiyesini bu yüzden yapıyorum: Eğitim sistemimizin öğrenciyi düşürdüğü seviyeyi en gerçekçi biçimde aksettirebilmeleri için...
* Murat Bardakçı / Habertürk

++++++

Umarım yaşayarak öğrenmezsiniz
Bırakın farklı fikri, bırakın muhalefeti, mevcut iktidarın ‘gözünün üzerinde kaşın var’diyene tahammülü yok. Son derece tuhaf bir takım siyasi analizlere dayanarak, iktidarın her yaptığına mazeret bulan, her yaptığında demokratikleşmenin izlerini süren, en olmayacak şeyleri ‘bu işte bir demokratlık var’diye yorumlayan bazıları bile, artık ya samimiyetle, isyan ya da ‘ayıp olmasın’diye itiraz edecek noktaya geldiler. ‘Gık’ diyen ‘Ergenekoncu’, ‘darbe tezgahçısı’, bir adım ötesinde ise ‘bu ülkenin düşmanlarının içimizdeki uzantısı’ diye yaftalanabiliyor. Bu tür siyaset ve söylemin adı bellidir; otoriterlik! ‘Otoriterliğin, diktatörlüğün sivili olmaz’diyenlere, teoriden bahsettik, tarihten, başka ülkelerden örnek verdik olmadı. Umarım yaşayarak öğrenmek zorunda kalmazlar.
* Nuray Mert / Hürriyet


++++++

AKP’nin 6 yıl önce 292 milyon dolara özelleştirdiği TEKEL’in alkollü içecekler bölümü 2.5
milyar dolara satışa çıkarılmış. Aradaki farktan kimlerin sebeplendiğini günün birinde WikiLeaks’ten öğrenir miyiz acaba?
* Haldun Ertem

++++++

Saymayı mı unuttun
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’te yaptığı konuşmada, “12 Eylül’deki referandumda yüzde 95 ’Evet’dediğiniz için size teşekkür ediyorum” demiş...
Yüksek Seçim Kurulu’nun verilerine göre Siirt’te 150 bin 645 kayıtlı seçmen var. Referandumda oy kullananların sayısı ise 76 bin 682... Yani toplamın yüzde 50,9’u... “Evet” oyu verenlerin sayısı, 68 bin 845... Bunun Siirt’teki toplam seçmen sayısına oranı ise sadece yüzde 45,7...
O övünüyor ama... Sonuç net!
* Mustafa Mutlu / Vatan

++++++

Üç kuruş için aslını inkar eden yalakalara yuh!
Baştan söyleyeyim, Burhan Kuzu’nun kendisine gösterilen terbiyesiz tepkiye verdiği kontra-tepki ne bir bilim adamına, ne de yetişkin bir insana yakışıyor.
Kuzu o kadar hoşgörüden uzak ve benmerkezli davrandı ki, sanki medyada şöhret olmak istedikleri için replik kapmak uğruna sansasyonun üzerine giden artizlere benzedi.
Belki Dekan’a, Rektör’e dişi geçmeyecek ama, birkaç yumurtacı öğrenciyi mahkûm ettirirse sanki “sıfırcı hocaların” hazzını yakalayacak.
Sonradan kendi okulunda bir konuşma yaptı ve Üniversite’de yapılan bu konuşmaya öğrenciler alınmadı.
Öğrencisiz üniversite!
Bu ayıp da Kuzu Hoca’ya tarih boyunca yeter.
Hepimiz sonradan bozulduk
Ben ise eski günlere gittim. Dünyada her şeyin değiştiğini ama gencin ruhunu kamçılayan delikanlılığın, adı üzerinde vücutta dolaşan kanın insanı delirttiği dönemin aynen orada durduğunu gördüm.
Durup geri bakınca, saçma sapan bir sürü gösteride rol aldığımı hatırlıyorum.
Bugün “can dostlarım” olan bazı arkadaşlarıma delikanlılık dönemimde “gerici” veya “faşist” yaftası takıp, nasıl haksızlık ettiğimi anımsıyorum.
Ama, bir noktada hâlâ gurur duyuyorum.
O dönemler hayatta en samimi, en temiz olduğum dönemlerdi.
Ne bende, ne diğer komünistlerde, ne milliyetçi, ne de İslamcı arkadaşlarda art niyet, çıkar beklentisi yoktu.
İnandığımıza halisane inanırdık!
Ülkeyi kurtaracak gücün damarlarımızda akan adrenalinde olduğunu zannediyorduk ve kişisel hesap tutmaktan utanıyorduk.
Hepimiz sonradan bozulduk!
Benim gösterici gençlerle yakın düşünmem mümkün değil.
Bana göre onlar, tıpkı 40 yıl önceki Cüneyt gibi, analiz yapamıyorlar, gerçeklerle yüzleşemiyorlar, basmakalıp düşünmeyi tercih ediyorlar.
Bazen beni çıldırtıyorlar.
Ama, insanlık katında benim bugünkü halimden katbekat temizler.
Görgüleri bu kadar
Bu öğrencileri de tıpkı 40 yıl önce bize yaptıkları gibi yaftaladılar, hain ilan ettiler, yerdenyere vurdular.
Referandum öncesi katledilen komünist öğrencilere ağlayan Başbakan atılan dayağı az buldu. Beynine oksijen gitmeyen bazı gazeteciler, zaten gençlerden nefret eden medya mensupları, hâlâ ruhundan komünist nefretini atamamış Prof.’lar; Hükümet’e yaranmak uğruna ucuz tahlillerde bulundular, hayali senaryolar yazdılar. Onları yine de anlıyorum, dünya görgüleri bu kadar!
Haklarını yemek istemem. Hükümet’e destek veren bazı “eski tüfekler” de öğrencileri savundular.
Midemi bulandırdılar
Ancak bazı eski dava arkadaşlarım sadece ve sadece midemi bulandırdılar!
30 yıl önce, 40 yıl önce; kendileri de delikanlılığın şahikalarında uçarken mangalda kül bırakmıyorlardı.
Şimdi, 40 yıl önce kendi yaptıklarını yapan gençleri satıyorlar!
İster adına değişim deyin, ister metamorfoz, hepimiz zaman içinde farklılaşıyoruz.
Ama hamd olsun, henüz bunamadık! Bu yalakaların suratına bağırasım geliyor.
Çıkarı uğruna insan değişir ama aslını inkâr eder mi? Oğlu, kızı yaşında genci satar mı?
Hem de ne uğruna?
Üç kör kuruş uğruna!
Yuh olsun sizlere!
* Cüneyt Ülsever / Hürriyet


Burhan Kuzu, medyada şöhret olmak istedikleri için replik kapmak uğruna sansas-yonun üzerine giden artizlere benzedi.

++++++

MİNİ YORUM
Vatandaş parasıyla küfür yiyor

BirGün yazarı İskender Gürdöl’ün “TRT’den büyük ayıp” başlıklı yazısını okuyunca şok yaşadım. Yazar-okur, izleyici-radyocu/televizyoncu arasında geçen, en nihayetinde “özel” olan yazışmaların ifşasını doğru bulmadığım için sayfaya taşımadım ama TRT Genel Müdürü, çok saygıdeğer Anadolu çocuğu İbrahim Şahin(!)’e sormadan edemeyeceğim:
TRT, hizmetle yükümlü olduğu, vergileriyle ayakta durduğu vatandaşın “bilgi edinme hakkı”nı küfürle sabote etmeye kalkışacak kadar pervasızlaştı mı?

Yazarın Diğer Yazıları