İzmir-İstanbul senaryoları...
“Leyleği havada görmek” güzel Anadolu’muzda o yıl çok gezeceksin anlamında kullanılır. “Canımın canı Aybikehan” hakkımı teslim ederken “Babam için çok geziyor diyorlar... Çok gezmiş olsa arada bir eve uğrar” çuvaldızını batırıyor. Lakin bizim gezilerimiz son yıllarda Milli Anayasa Forumu Panelleri ve mahkemelerle kısıtlı kalıyor. Ayağımı henüz denize de havuza da sokmuş değilim. Seyyahlık keyiflidir, gidilen yerlerin tarihi, turistik mekanlarını dolaşıp, yöresel yemeklerden tatmak güzeldir. Ancak bizimki havalimanı ya da otobüs terminali ile adliye ve hapishaneler arasında sıkışıp kalıyor. Yine de şikayetçi değilim. Hani “çok yaşayan değil, çok gezen bilir” derler ya öğrenmenin sınırı yok. Mahkemelerde neler neler öğreniyorum. Bazı okuyucularım sitem ediyor. Daha önce yazdığımı söylediğim kitapların niçin yayınlanmadığını merak ediyorlar. Haklılar tabii... Fakat yeni şeyler öğrendikçe okuyucu ile paylaşma heyecanına kapılıyorum. Şunu da ekleyeyim, bunu çıkarayım titizliği yüzünden geciktirdik. Bahanelerin ardına sığınmayacağım artık biri bitti demlenmeye aldım. İkincisinin sonlarına geldim. Eylül sonu biri, ekim başı diğeri, kasıma öteki derken Başbakan’ın emrini yerine getirip üç çocuğum olacak. Kim bilir pazartesi günü katılacağım İzmir’deki ünlü Casusluk Davası’nda dördüncü kitap hamile kalır. Belki de gezmesi günah fetvasına inat uluslararası seyahatlere bile katılır. Kısmet...
Yargıtay duruşmalarında sevgili arkadaşım Av. Mahir Işıkay’dan bahsetmiştim. Yıllar sonra O’nunla yollarımız hep duruşma salonlarında kesişiyor. Ergenekon, Balyoz, Yargıtay, Casusluk vs... Televizyonlara çıkıp teknik meseleleri uzun uzun anlatmayı sevmiyor. 4 Haziran’da İzmir’de duruşma salonuna getirdiği bilgisayardan olağanüstü yansılar sergilemişti. 2010 yılında İstanbul’da 12. Ağır Ceza Mahkemesinde başlayan “Casusluk-Fuhuş-Şantaj-Suikast-Uyuşturucu kullanma” gibi suçlardan yargılanan çoğu subayların davası ile İzmir’de aynı doğrultudaki davanın benzerliklerini tek tek ortaya koymuştu. Neredeyse tıpa tıp... Şöyle ki; İstanbul’daki dava yurtdışından gönderilen e-posta ihbarı ile başlamıştı. İzmir’deki aynı yerden haritalar üzerinde belirlenmiş. İstanbul’a yaklaşık 100 arama yapılmış. Usulsüz arama sayısı üç... Sözde suç unsuru bulunan arama sayısı da üç... İzmir’e gelince yaklaşık 400 aramanın 7 tanesi usulsüz. Sözde suç unsuru bulunan arama da 7...
Peki sözde-arama-bulmalarda ne var. Arama emirleri yanlıştır. Adres yoktur veya yanlıştır. Adres şüpheliye ait değildir. Doğru adreste şüpheliye haber verilmez. Arama esnasında hazirun-tanık yoktur. Varsa da ya 80 yaşındadır. Ya da görme engelli. Kamera kaydı yoktur. Evler güvenliksiz ve bekar evleridir. Veya uzun zaman uğranılmayan, devamlı yaşanmayan çoğunlukla boş evlerdir. Arama esnasında şüpheli ortada yoktur. Orada bulunamaz. Buzdolabı arkası, yatak altı, mutfak dolabı bulunmak için idealdir. Özellikle digitaller el ile konulmuş gibi bulunur. Eldiven vs.. kullanılmaz, nasıl olsa sahibi bellidir. DNA, parmak izi, vücut izine gerek yoktur. Yedekleme için gerekli teçhizat maalesef yoktur? Tutanaklar çelişkilidir ve elbette hepsi “sehven”dir.
Zanlıların birbirleriyle hiçbir iletişimi yoktur. İstanbul’daki 56 sanık ile İzmir’deki 367 kişinin çoğunluğu birbirini tanımaz. Üç-beş kişinin sadece telefon görüşmeleri tespit edilmişse de görüşme suç unsuru içermeyen ve özel hayata dair konuşmalardır. Fakat her ikisinde de senaryo aynıdır. “Casusluk!” Ne İstanbul’da ne de İzmir’de casuslukla ilgili ek belge yoktur. Ne hikmetse iki taraf da “PKK, Yunanistan ve İsrail”e casusluk yapmakla itham edilir. Her ikisinde de 5 bin kişiye yakın kamu görevlisinin fişlendiği söylenir.
İz peşinde olan Mahir’den Yargıtay duruşmalarında kamuoyu çok şey öğrendi. “Niçin bunları Silivri’de anlatmadın?” diye soranlara “Orada konuşmamıza, savunma yapmamıza izin verdiler mi?” cevabını yapıştırdı. Tanık olarak da beni işaret etti. “Peki ya İzmir?” dedim. “Sakın kaçırma sürprizlerim var” diye cevapladı. İzmir’deki notlarımda buluşmak üzere...