İslam Ordusu ve Filistin!

Özellikle, son 5 yılda işlenen büyük hatalar ve yapılan kişisel gaflar yüzünden AKP iktidarının dış politikasında meydana gelen boşluklar, gün geçtikçe ne yazık ki daha da derinleşiyor.

Birbirlerine çok yakın tarihlerde; hem dünyaca gelişmiş ülkeler hem İslam alemi çapında iki büyük zirveye ev sahipliği yapmasına ve Avrupa üst düzey toplantılarına rağmen bir türlü dış politikasındaki keşmekeşliği ortadan kaldıramayan Türkiye, hem fırsatları kaçırıyor hem de geleceğini tehlikeye sokuyor.

Her ne kadar, İslam Zirvesi öncesi ve sonrası Erdoğan'ın çarpıcı "düzeltme" çabaları hayretler içinde sergilendiyse de, Suudi Arabistan ve Katar eksenli dış politikamızın yerinde sayacağından korkuluyor.

Tabii ki Erdoğan'ın mezhep çatışmalarıyla ilgili beklenmedik çıkışı kayda değer çok önemli bir "frene basma" girişimi olarak değerlendirilse de daha şimdiden unutulmaya mahkûm olduğu anlaşılıyor.

Unutulmamalı ki, Orta Doğu'da "mezhep" ve "etnik" kaynaklı çatışmalar devam ederken, haritaların yakın bir zamanda değişmesi bile bekleniyor.

Yani, 13. İslam Zirvesi'nin "kalıcı barış"a katkısının olmayacağı şimdiden sanılıyor.

Her şeyden önce İran'ın "kınanması" mesafe alınmasını engellediği öne sürülüyor.

Gerçekten de, alelacele bir İslam Ordusu'nun kurulması bazı düşünceleri çağrıştırıyor.

Suudi Arabistan tarafından hem maddi hem de politik bakımdan İslam Ordusu'nun kime karşı kullanılacağı şimdiden tartışılıyor.

Bütün gruplarla mı veya hangi "mezhep"ten teröristlerle savaşılacağı pek netleşmemiş bulunuyor.

Yoksa asıl gaye Körfez ülkelerine saldırma ihtimali daima hesaplanan İran mı "stratejik düşman" kabul ediliyor.

Oysa, İslam Ordusu gibi anlamlı bir kuvvetin, asıl gayesinin Filistin'in tam bağımsızlığını sağlamak olmasını beklemek her "Müslüman"a yakışıyor.

Ne var ki, bütün iyi niyetlere rağmen, Orta Doğu'yu tehdit eden en büyük tehlikelerin başında, "mezhep kavgaları" geliyor.

Söz "mezhep kavgaların"dan açılmışken üzerinde tekrar tekrar ve önemle durmak gerekiyor. Hizbullah, Müslüman Kardeşler, El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin şimdi doğurduğu şuursuz güçlerin kanlı eylemleri Orta Doğu haritasını "mezhep gerilimi" ve hatta kanlı çatışmalarla ısındırıyor.

Tarihte, feci örnekleri olan Emevi siyasetinin "Ben Sünni'yim, sen Şii'sin" mantığına ABD ve bilinen müttefikleri de taşeronluğu veya görünür-görünmez patronluğu eklenince, karmaşık tehditler, istilalar artık endişe doğuruyor.

"Mezhep Kavgaları"nın yeni yüzyıldaki versiyonlarına bakılırsa Lübnan' da çıkan kıvılcım hiç unutulmuyor.

Lübnan'ın kuzey kenti Trablus'ta Alevi mahallesi Cebel Muhsin ve Sünni mahallesi Bab el Tabbana arasında 2012 yılında başlayan ve çok ölü ile yaralının olduğu bilinen çatışmaların zaman içinde Suriye'ye geçmesi, akabinde de Irak'ı alt üst etmesi ve Körfez ülkeleri ile İran'ı karşı karşıya getirmesi kıvılcımların nasıl büyük yangınlara neden olduğunu gösteriyor.

Özellikle, IŞİD örgütünün, büyük yardım görerek, beklenmedik şekilde Irak ile Suriye'nin içine sızması ve adeta toprak kazanması "mezhepsel" bir gizli planın gündemde olduğunun işaretlerini veriyordu.

22 Haziran 2013'te Yeniçağ'da "Mezhep kıvılcımları bölgemizi yakıyor" başlığı altında yayınlanan yazımızda belirtildiği gibi; teröristlerin zaman içinde bütün Orta Doğu'yu birbirine kattıkları görülüyor.

3 yıl önceki yazımızda; "Her şeyden önce Mısır, Lübnan, Suriye ve Irak'ın bulaştırıldığı "mezhep" çatışmaları kuşağına zamanla İran, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye'nin de dahil olmayacağını kimse şimdiden iddia edemiyor.

Uğursuz "Arap Baharı"yla başlayan yanlış dış politikamızın, karşımıza çok ciddi bir Şii ittifakı çıkarabileceğini her an düşünmemiz gerekiyor.

Unutulmamalı ki; Batı daima yaraları kaşıyor ve "Mezhep kavgaları"nı kışkırtıyor.

Ne yazık ki Müslüman'ı Müslüman'a vurdurarak toprakları parçalamak isteyen "şer güçler" daha doğrusu "süper devletler" yıllarca aradıkları ortamı bulmanın tadını çıkarıyor."

Yazarın Diğer Yazıları