İslâm düşmanlığının meşru (!) nedenleri-1
1992’li yılı yalnız SSCB’nin çöküş yılı değil, aynı zamanda komünizmin de din ile olan savaşını resmen kaybettiğinin açıklandığı yıldı. Zamanın Papası, komünizmin çöküşünün verdiği motivasyonla üçüncü milenyumda, yani 2000’li yıllarda, sıranın “Asya’nın Hıristiyanlaştırılma” sına geldiğini ilan etmişti.
Aslında Arnolda Toynbee, daha 1950’li yıllarda, “gelecek yüzyıldaki asıl savaşın komünistlerle kapitalistler arasında değil, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında olacağını öngörmüştü”. Bunun nedeni olarak da Toynbee’nin dünya hakimiyetinin, tarihe, ruha ve yüce bir güce ihtiyacının olduğunu, bunun da İslam’da bulunduğunu düşünmesiydi.
Huntington, 1990’lı yıllarda tarihçi Toynbee’nin öngörüsünü -bir anlamda- “Medeniyetler Çatışması” teziyle kavramlaştırmıştır. Huntington, İslam ve Batı arasında uzlaşmaz temel farklılıkların olduğu kanaatine varmış, kaçınılmaz bir çatışmanın beklenmesi gerektiğini ortaya atmıştı.
1992’li yılında Huntington’un görüşlerini doğrular mahiyette ABD’nin Birinci Körfez Savaşı’nı başlatması söz konusu olmuştur. ABD, körfezde görünürde Irak’a, gerçek anlamda İslam’a müdahale etmiştir. Nitekim zamanın ABD Başkanı bu müdahaleyi açıkça İslam-Hıristiyan yani “Haçlı Seferi” olarak nitelendirmiştir. ABD açıkça hedefini, dün Nazilerdi, komünistlerdi, bugün ise radikal İslam olduğunu bütün dünyaya açıklamıştı.
İslam coğrafyasına yönelik askeri hareketle eş zamanlı bir biçimde kültürel ve ideolojik bir savaş da başlatıldı. 1990’lı yıllarda İslama yönelik saldırının adı bu kez Salman-i Rüştü’dür. O, yazdığı “Şeytan Ayetleri” adlı değersiz bir kitapla İslami değerlere ve Kur’an-ı Kerim’e saldırmıştır. Rüştü’nün yazıları ve kendisi Avrupa devletleri tarafından büyük bir tasvip ve himaye görmüş, yazdıkları “ifade hürriyeti” adı altında savunulmuştur.
Salman-i Rüştü’nün saldırısıyla bir anlamda İslam Dünyasının refleksleri ve hassasiyeti test edilmiştir. Bu bağlamda İslam, Kur’an, Müslüman, Vehabilik, El Kaide, Baas, Saddam, Kaddafi kavramları bilinçli bir biçimde birbirine karıştırılarak değersizleştirmeye tabi tutulmuştur.
İkibinli yılların hemen başında gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları küresel ideologlara beklenen fırsatı altın tepsi içinde sunmuştur. Nitekim İkiz kulelere yönelik gerçekleştirilen saldırıların hemen ardından Bernard Lewis, devreye girmiştir. Lewis, “terörün nedeni müslümanlar değil, İslam dinidir. İslam dini yapısal olarak teröre uygun bir dindir”, anlamına gelen görüşünü ortaya koymuştur. Bu arada Yahudi tarihçi Lewis, Avrupa’da artan Müslüman nüfusa da dikkati çekerek, bu durumun Avrupa’nın Hıristiyan kimliğini tehdit ettiğine vurgu yapacaktır.
Batı mahfillerinde üretilen “İslami fobya”, sonuçta “yapısal olarak teröre uygun” görülen İslam dinini dönüştürerek daha doğrusu protestanlaştırılarak uysallaştırmaktı. Bunun yolu da yapısal (!) olarak teröre uygun bir din olarak tanımlanan İslam’ı, demokrasiye, liberalizme, modernizme ve serbest piyasa ekonomisine uygun bir din haline getirmekten geçmekteydi. Buradaki asıl olan “küreselleşmenin ozon deliği” olarak nitelenen İslam dünyasının özelindeki Orta Doğu’nun küresel sisteme entegre edilmesidir. The Guardian gazetesinin yazdığı gibi, “İslam inancının Batı değerleriyle bağdaştırılması” temel hedef alınmıştır. Böylece İslam dininin anti emperyalist refleksleri kırılmış ve küresel şirketlerin sömürüsüne uygun bir İslam dünyası yaratılmış olacaktır.
Arslan Bulut’un ABD yönetiminin ideologlarından Dinesh D’Souza’dan aktardıkları konuyu açıklayacak niteliktedir. D’Souza, 2005 yılında aynen şunları yazmıştı: “İslam bir zamanlar büyük bir medeniyetti. Sonra bir süre şey oldu, hiçlik seviyesine indi. Şimdi tek kıymetli üretimi petroldür. Biz İslam köktenciliğini dönüştürmeliyiz. Onları liberalleştirmeliyiz. ABD’nin dış politikası, Irak ve İran’daki totaliter rejimleri yıkıp, Batının kapitalizm, demokrasi ve bilim düşüncelerini oraya taşımaktır”.