İşini bilen memur
Bürokraside aday olmak isteyenlerin istifa haberleri geldikçe dostlar sorular yöneltip yorum bekliyor bizden. Erken bulaşıp zamanında terk ettiğim için siyasette gözüm yok. Kaldı ki politikayı “insanlara faydalı olabilme sanatı” olarak görme fikrimde değişiklik yok. Kendi adıma kendime faydalı olmadığım için derin dondurucunun dibine yolladım. Kim bilir günün birinde memlekete faydalı olur diye çıkarıp çözülmesini bekleriz. Ve dönelim mevzuya... Bürokraside istifaların yolunu açanların başında Turgut Özal gelir. Özal’ın Türkiye’ye katkılarını ballandıra ballandıra anlatanlar halen “benim memurum işini bilir” sözlerine açıklık getirememiştir. 24 Ocak kararları ile Türkiye ekonomisinin bağımsızlığını sömürgeye teslim eden Özal, “benim memurum işini bilir” diyerek bir anlamda yolsuzluğun, rüşvetin legal hale gelmesinde ciddi rol almıştır. Bu sözü genelleştirerek geçim sıkıntısına rağmen eğilmeyen, bükülmeyen büyük memur kitlesini zan altında bırakmak insafsızlık ve haksızlık olur. Ancak bürokraside bir kesim vardır ki, rüzgar gülleri gibi esen yere eğilir. Her devrin bireyleridir onlar. Bir kademe yükselebilmek için 40 yıllık çalışma arkadaşını ispiyonlar, imzasız ihbar mektubu bile yazar. 70’li, 80’li hatta 90’lı yıllarda ülkenin gidişatından endişe duyan idealist gençler, gelecek nesiller için haklı mücadele verirken, işini bilenler kapağı devlete atıp, bir kadroya yerleşip pusuda fırsat beklemeye başlamıştır. “Evet efendim... sepet efendim...” cilikten, yükselmenin yolunun yalakalıktan geçtiğini keşfettikleri için dilleri de sınır tanımaz. Ani gelişen vakalarda hep mazeretleri vardır. “Tam o sırada tuvaletteydim...”ya da “ O gün raporluydum, izinliydim” e sığınırlar. Lakin fotoğraf karesine girebilmek için omuz atmadık kimse de bırakmazlar.
İstifa eden bürokratların isimlerine bakıyorum. İçlerinde güzide kişiler de var. Ancak çoğunu tanımıyoruz bile. Kendi alanlarında buluşu, patenti yok. Görev esnasında aldıkları kararlarla mühür vurana rastlamadık. Ne de olsa fırsatlar ülkesinde aday olmak, yükselmenin yollarının başında geliyor. İstifacıların seçilecek listeye girmek gibi gayeleri de yok. Sonuçta “kazan-kazan” şiarına biat ediyorlar. Listenin alt sırası da fark etmiyor. Adı yoksa bile “seçimde meydandaydım” deme cesaretini gündeme getirip seçim sonrasında en üstlerdeki haklarının teslim edilmesini isteyecekler. Sonra da “işlerini bilmenin” dayanılmaz hafifliğini hissederek cüzdanlarının şişmesini izleyecekler. Yazık ki hem de ne yazık...
Benim memurum işini bilir meselesine kafa yorarken eski Spor Bakanı Suat Kılıç’ın AKP’den istifa haberi düştü internete. Suat Kılıç’ı vekil olmadan tanıdım. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde Milliyet gazetesinin Ankara muhabirlerindendi. Üçlü koalisyonun çökeceğini sezip “AKP geliyor ve kadrosu yok. Gazetecilikte bir yerlere yükselmem zor, ben gidip aday oluyorum. Sonrasına bakarız” diyerek müracaatını yaptı. Memleketi Samsun’da alt sıralara konunca bozuldu. Seçim çalışmalarında ortalıkta pek de görünmedi. MHP baraja takılınca gece yarısı evinden çağırıp “gel vekil oldun” dediler. Rozeti taktığında çok mutluydu. “Gazetecilerin sesi olacağım” demişti. Habercilikten geldiği için medya ile arası iyi idi. Ağzı laf yapıyordu. Derken AKP’nin grup başkan vekilliğine terfi etti. Erdoğan’ı savunma adına önüne gelene çattığı için yıldızı parladı ve genç yaşta bakan oldu. Altındağ Belediyesi’nin restore ettirdiği tarihi Hamamönü’nde gayrimenkul sahibi filan oldu. Usulsüz makam aracı alımına karıştı adı. Sonra Ankara kulislerinde patrondan fena fırça yediği, ensesinden tokatlandığı rivayetleri dolaştı. Bakanlıktan alındı sesi kısıldı. Dün internette sayfasının hacklendiğini şikayet etmiş. Yazıyı değerli dostum Ulvi Batu’nun kısa notu ile bitirelim; “Tiran, Tanrı olmadığını anladığında, iş işten çoktan geçmiş olacak.”