İnsanı anlamak...
Ö nce soralım: Söyledikleriniz gerçekte söylemek istedikleriniz midir? Başkası hakkında konuşurken aslında kendi kişiliğinizi tarif ettiğinizin farkında mısınız? Başkasını tanımanın ya da tanımlamanın temelde kendinizi tanımak anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Aslında bütün bu sorular esasta iletişimi şu veya bu biçimde ilgilendirir. Kendini anlatabilmek ve başkasını anlayabilmek, işte bütün mesele bu.
İnsanların kolay öğrenen ancak çok güç değişen bir doğaları vardır. Alışkanlıkların, tutumların ve saplantıların değiştirilmesi çoğu zaman yılları alabilmektedir. Özellikle “ön söz” yerine “son söz” söylemeye alışmış olanlar, gerçeği değil görüntüyü davranışların odağına koyanlar, “eylem ile söylem” arasındaki açıklığın boyutunu küçümseyenler ile göründüğü gibi olma gayreti içinde olamayanların değişmesi oldukça zordur.
İnsanlar; sahnesi dünya, dekoru bütün doğa olan bir tiyatroda rolünü oynamaya çalışırlar. Eseri Allah’a ait olan bu sahnede kişiler gerçekleri ile değil görüntüleri ile yer alır.
“Ödüllendirme” ve “cezalandırma” yeteneği olan bir makamda bulunan kimselere gösterilen saygı ve sempatinin yapmacık olduğunu çoğu kez, o makamda oturan kişiler anlayamazlar. O yüzden “düş de gör” diye Türkçede bir söz vardır. Çoğu zaman koltukta oturan kişi, koltuğun gücünü kendi gücü, ona gösterilen saygıyı kendine gösterilen saygı olarak görür. Yanıldığını koltuğu kaybettiğinde anlar, ancak o zamanda iş işten geçmiş olur. İnsanlar, gerçeklerini maskelerinin altına saklarlar. Herkes nasıl görünmek istiyorsa kendini öyle gösterme gayreti içindedir. Teknolojinin ve yoğun yaşam ritminin dayatması sonucunda da kişiler “birincil ilişki” kurma imkanını kaybetmiştir. Bu yüzden birey yüzünün yalnızca bir kısmı ile temas ettiği diğer insanlara bütüncül bir kimlik ve kişilik sunmaz. Kişinin zorunlu olarak sunduğu yüzünün de maskeli olması onun ruhsal ve ahlaki olarak çözümlenmesini ve anlaşılmasını imkânsız kılar.
Genel tavrın yanı sıra, “üst-ast”, “amir-memur”, “yönetilen-yöneten”, “imam-cemaat” ve “zengin-fakir” gibi farklı sosyal kategori içindeki insanların birbirlerine gösterdikleri yüzleri tanınmayacak derecede yapmacık olabilmektedir. Hele hele mutlak iktidar sahibi kişilere karşı gösterilen tavır daha da vahimdir. Başka bir tabirle ifade edersek, iktidar ne kadar cazip ya da tehdit edici ise kişilerin kullandıkları maske de bir o kadar kalındır. İnsanların geneli “akıllıyı kafeslemek için aptalı oynama” tutumunu benimserler. Bireylerin statüleri, rolleri, mevkileri gereği takındıkları tavır bir süre sonra hayatlarının parçası haline gelir. Maske takanların yüzü zamanla maskeye uygun hale gelir. Maskeli dolaşanlar sürekli kendilerini değil başka birilerini oynadıkları için, kendilerini başkası sanma hastalığına tutulurlar. Ancak bunu fark edemezler ve yabancılaşmış bir kişilik olarak ömürlerini sürdürürler. Topluma dayatılan ya da toplumun dayattığı değer yargıları kişiyi kendisi olmaktan çıkarır.
Bütün bu yazdıklarımızdan sonra iki sorun ortaya çıkıyor: Dünya denilen sahnede “maskeli balo” yu oynayan insanlar arasından dostlarımızın, sevgililerimizin, iş ortaklarımızın ya da dava arkadaşlarımızın gerçeklerini öğrenip öğrenemeyeceğimiz hususu ile bu durumda insanlara nasıl güveneceğimiz konusudur.