“İktidar sarhoşluğu”na yol açanlar da yasaklansın

Bir “millet”, “ulus”,“halk”, “toplum”;
(Aidiyet duygusuyla sımsıkı bağlıysa, omuz omuza yürüyebiliyorsa hâlâ gerisi teferruat...)
Hangisi siniyorsa içinize işte, hangisi pelesenk olmuşsa dilinize, hangisi kabul/makbul ise sizin ideolojik çevrelerde; “işte o” sıkışıyor;
Köşeye, kapana, tenhaya sıkıştırılıyor.
Boğuluyor. Mecazen değil ha, bildiğin soluğu kesilerek, nefes alması engellenerek...
Önce genzine “hava geçirmez” bir bariyer dayanıyor, gözleriniz fal taşı gibi açılıyor bir an, sonra yerdesiniz...
Gerisi, üzeri dumanla örtülmeye çalışılan bir “meçhul”e sürüklenme...
Ki bakmayın “meçhul” dediğime; “Son Gemi” nin nereye kalktığını hepimiz biliyoruz o limandan...
Salı, Çarşamba, Perşembe ve dün “oraya” doğru kovalandı bu ülkenin insanları. Kovalayan “Siyasi ve Ticari Rant A.Ş.” nin memurları!


***


On iki yılda “kuruttular” ...
Önce dağını, taşını, ormanını, limanını, madenini sattılar;
Onurunu devrettiler; bir tek imzayla egemenliğini...
Sonra köylerin “can suları”nı; Karadeniz’in canım derelerini;
Ve şehirlerde bir nefeslik parkları; ağaçları, nesli tükenmekte olan yeşili.
“Cahil”den saydıklarının toprağını çaldılar; ’ekmeyeceksin, biçmeyeceksin, üretmeyeceksin, doymayacak, doyurmayacak, ele güne, en çok da bana muhtaç yaşayacaksın’deyip “bereketi” zapta kalkıştılar;
“Aydın” saydıklarının kalemini; kitabını; ’konuşmayacaksın, yazmayacaksın, anlatmayacaksın, uyandırmayacaksın ve mümkünse sen de derin bir uykuya dalacaksın’ deyip gerçeği topluma taşıyan “köprü”leri kapattılar zindanlara.
Köprü zindana sığar mı;
Gerçek, er ya da geç bir gün gömüldüğü yerden -hem de kök salmış halde- daha güçlü, dallı budaklı fışkırmaz mı?
Balo salonu değil ki savaş meydanına döndü memleketin dört bir köşesi, bu itiş kakışta “maskeler” tutunabilir mi varlığı kuşkulu “yüz”lerde?
Dört bir taraftan yay gibi gerer sonra da tomaların da üzerine abanırsan;
Eh “mecbuuuur ne yapacak patlacak” insanlar da!
Genç, yaşlı, çoluk, çocuk, öğrenci, sanatçı, gazeteci, siyasi, grevdeki THY işçisi, hayvan hakları savunucusu, “anti-kapitalist Müslüman”, Che bereli çocuk, elinde Türk bayraklı kız, duyan geldikçe genişleyen bir kalabalık “şehrin avantacılara peşkeşine” karşı duruyor günlerdir Taksim’de.
Ve bir “ileri demokrasi masalı” anlatıyor iktidardakiler hâlâ.
Masalın sonunda, gökten tazyikli su ile biber gazı düşüyor milli iradenin payına...
Öyle böyle değil ama...
İşte kısa kısa notlar “nasıl” olduğunu anlamak isteyen varsa:
- Park nöbetinde uyuyanlar sabaha karşı “ateşler içinde” uyandı; çadırları cayır cayır yakıldı. Ya o ağaçlar alev alsaydı?
- Gençler sarıldıkları ağaçlardan sürüklenerek koparıldı...
- Yere oturup kitap okuyarak sessiz protestoda bulunanların üzerine panzerlerle yüründü.
- Yoğun gazdan etkilenip can havliyle İTÜ’ye sığındı kalabalığın bir kısmı, bir kısmı Divan Oteli’ne... Bacağı kırılan, kafası yarılanlar vardı, nefes alamayan astımlılar... Otel görevlileri yaralılara yardımcı oluyor diye otel kuşatıldı!
- Caminin gaz odası haliyle tanışan cemaat cuma namazını yarıda bıraktı; “Allah’ın evi”nden arkasına bakmadan kaçtı. Sanırım iktidar, bir Müslüman çıkar da Allah’a milleti kendilerinden kurtarması için yakarır diye böyle bir çareye başvurdu; olur da duası kabul olursa, mazallah!
- Sadece yayalar değil gazdan trafikteki araçlar da nasibini aldı; bazı şoförler fenalaştı. Halkı kazaya, trafik terörüne teşvik diye bir suç var mı!
- En dehşet verici olanı yerin metrelerce altındaki metronun gaza boğulduğu andı; düşünün kaçacak hiçbir yeriniz yok! Tek suçları toplu taşıma aracını kullanmak olan yüzlerce insan ölümden döndü. Metrodaki bebeklere limon ve süt banyosu yaptırıldı.
- Yaralıların bulunduğu noktalardan ambulans çığlıkları yükseldi ve kimi yerlerde “güvenlik güçleri” ambulanslara geçit vermedi.
- Hastaneler yetersiz kalınca, gönüllü doktorlar akın etti meydana. Sanırsın savaştayız, düşman kuşatması var da yokluk, imkansızlıkta tıp fakültesi öğrencileri yetişti canını kurtarmaya çalışanların imdadına!
- İletişimin “hayati önem” de taşıdığı bu ortamda, “aman kimseler duymasın” diye jammerlar devreye sokuldu. “İmdat” demeye bile fırsat tanınmadı.
- Yaşayanlar diyor ki “Müdahale değil saldırıydı. Dağıtmayı değil canımızı yakmayı amaçlamışlardı.”
Ama diktatör Esad tabii!
Halkına savaş açan o!


***


Ve bütün bunlar olurken, birkaç yüz metre ileride “sigaranın zararları”nı anlatıyordu baş halk sağlıkçısı!
Ve bütün bunlar olurken, “Yeşil Ekran”lı kanal, “yeşil katli”ne karşı “Üç Maymun” tiyatrosu oynatıyordu.
Ve bütün bunlar olurken, “Sırrı Süreyya’nın gittiği yerde ne işimiz var” diyen güya, sözde milliyetçiler vardı! Bir elin parmakları kadar da olsalar; fitnelerini yaymamaları için bir kaç satır da onlara yazmalı:
Bu mantıkla Öcalan var diye PKK’ya vermeli İmralı’yı!
Niye koparmasınlar diye çırpınıyoruz Diyarbakır’ı!
Diyarbakır’da Reyhanlı’da Taksim’de “vatan toprağı”; sırf teröriste değil, rantçıya, avantacıya da işgal ettirilemez, peşkeş çektirilemez bir karışı.

Aynı zamanda “toplumcu”, “hürriyetçi”, “şahsiyetçi”, “halkçı” olmaksa “milliyetçilik”; günlerdir şahit olduğumuz faşizan uygulamalar bir yana, İstanbul 1. İdare Mahkemesi’ne sunulan bilirkişi raporu ortadayken, Gezi Parkı’nın proje kapsamına alınmasına karşı çıkmak her şeyden önce “Hak-hukuk ve adalet” şiarının gereği.


***


Ve son sözüm bir çağrı;
Yeşilay “iktidar sarhoşluğu”na neden olan her ne ise onu yasaklatmaya çalışmalı.

Yazarın Diğer Yazıları