İhtiyarı iyi dinleyin...
Turgut Cansever'i benim için dikkat çekici kılan, yıllar önce kendisiyle yapılan bir söyleşide Kant'ın "Bir filozofu önemli kılan şey, doğru cevap vermesi değil, doğru soruları sormasıdır" cümlesine naziresiydi; "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu"...
O zamana kadar benim için mimar-mühendis kavramları, her Türk için olduğu gibi, bir birinden farksızdı. Fakat Cansever, algılananın aksine, mimarlığın başlı başına bir sanat, hatta temel sanat dalı olduğunu vurguluyordu.
Dokuz yıl önce kaybettiğimiz Turgut Cansever, 20. yy Türkiye'sinin mimar-müteahhit tipolojisinden oldukça farklı, yaptığı işin yaşadığı coğrafyaya ve içinden geldiği tarihe karşı bir sorumluluk içerdiğinin şuuruna vakıf ve bu işin "felsefi" ve fikri boyutu ile de ziyadesiyle alakalı bir mimar olarak temayüz ediyordu...
Cansever'in yaptığı "iş" bir proje faaliyetinden ziyade, önce içinden geldiği ve parçası, sonra önemli bir temsilcisi olduğu medeniyet düşüncesini diriltme, yaşatma ve sonraki nesillere nakletme ile ilgilidir.
Turgut Cansever'in 90 yıllık ömrünün sonuna kadar icra ettiği mimari ve fikri faaliyetler, kaybolan sanat ve estetik anlayışımızı diriltmeyi hedeflemişti. Yaptığı iş, sadece binalara silüetler giydirme, güzelleştirme faaliyeti değildi. O yaptığı işi bir "sanat" dalı, eserini sanat eseri olarak görmektedir.
Ona göre mimari kurucu sanattır. Mimari yani "yaşanılan sanat", iki temel sanat felsefesinden birisi ve belki de en önemlisidir. Mimar ise 20. asır mimarisinin sefaletine ve "seyredilen sanatlar"a karşı savaşmaya kendini adayan sanatkârdır.
Cansever'in sanat anlayışında sanat ahlak alanında yer alır. Sanat eseri varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar sanatkârın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Buradan da anlaşılacağı üzere Cansever'in sanat ve dolayısıyla mimari anlayışında beslendiği ana damar Türk-İslam medeniyetidir.
Ve bunların içinde Osmanlı medeniyetinin ayrı bir önemi ve etkisi söz konusudur.
Cansever, Osmanlı devlet ve medeniyetinin ilerleyişini ilk dönem İslam devletlerinin aksine daha yavaş ve mütevazı bulur. Ama bu tevazu, devamlı hareketi içinde barındırdığı için ortaya çıkan eser uzun soluklu ve kalıcıdır. Osmanlı medeniyetindeki başarının arka planındaki terkip şu şekilde izah edilebilir: Büyük değil kalıcı, hızlı değil yavaş, planlı ama sürekli hareket halinde.
Cansever'in yaşamı boyunca ortaya koyduğu eserlerinde bu terkibin izine rastlanır: Mütevazı ve sade fakat alabildiğine vakur; temsilcisi olduğu medeniyetin yüceliğine yakışan, fakat bu yücelik tabiatın ve insanın yüceliğini örtmeyen.
Turgut Cansever, tüm bu düşünceleri ile şekillendirdiği mimari anlayışını taçlandırmış bir sanatkârdı. Yani, tüm büyük adamların yaşadığı "öldükten sonra" anlaşılmak kaderini yaşamadı, sanılanın aksine onu anlayan pek çok insan çıktı, gerek Türkiye gerekse de dünyadan.
Cansever, teknoloji fetijizmi ile taçlanmış, şehirleri işgal eden yerden bitme "gökdelenlere" karşı doğa ile bütünleşmiş, üzerinde kurulduğu toprağı işgal eden değil o toprağın bir parçası olan, çevre ile barışık projelerle gündeme geldi; pek çok ödüller aldı. Dünyanın en saygın mimarlık ödülü olan Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü üç kez alan tek mimardı.
Doksan yıllık yaşamında, geçmişten aldığını bugünün ihtiyaçları ile karıştırıp, yarınlara "Türk mimarisi" adına bir şeyler bırakmanın mücadelesini yaptı. Kolaya kaçmadı, mimarlığını müteahhitlikle değil sanatkârlıkla taçlandırdı.
Bu yolda ümitsizliğe kapılmadı, ilerlemiş yaşına rağmen biteviye çalışmaktan yorulmadı. Çünkü ona göre "Umutsuzluk kâfire hastır". Ve bu yolda insana güvenmek esas olmalıdır.
Konfüçyus'un meşhur hikayesinde olduğu gibi "ihtiyarı iyi dinleyin, o akıntılara güvendi karşıya geçti. İnsana neden güvenmesin", dedi...