İhbarcının ipiyle kuyuya inen gazeticiler!

Deniz Feneri deyince, CHP deyince, hele de ikisi aynı cümlede telaffuz edilince; kurulu robot formuna dönüştükleri için çok görmüyorum...
Belli ki düğmelerine basılmış gibi hareket ettiler.
Hadi en pembe gözlükle, “bir ihbar” üzerine kameraları kaptıkları gibi Turan Güneş Bulvarı’na koşanlar “sazan” ...
Hadi “bir ihbar”a dayanarak, “Flaş... Flaş... Flaş... CHP Milletvekilleri Emine Ülker Tarhan, İlhan Cihaner ve Sinan Aygün şu anda Deniz Feneri dosyasından alınan Savcı Nadi Türkaslan ile yemek yiyor” diye haber yapanlar iki kat sazan...
İyi ama Mehmet Umur Tarhan’ın günahı ne?
Adam mecbur mu kameraların karşına çıkıp da Emine Ülker Tarhan’ın eşi olduğunu ispat etmeye...
“Ben Yargıtay Üyesiyim, Emine Ülker Tarhan’ın eşiyim” diyor, yetmiyor bir de...
Utanmasalar GBT kontrolü yapan medya polisi kesilecekler başımıza:
“Kimlik lütfen...” “Lütfen” kısmının garantisi yok tabii, bir ihtimal, lütfederlerse!.. Restoran çıkışı kameraları burnunuza dayayıp “Eller yukarı, kimlik dışarı” deme cüretini de gösterebilirler, şaşırmam yani...


Tam bir komedi filmi
“Yaşananlar tam bir komedi. Komedi filminin ortasındayız sanki” diyor Emine Ülker Tarhan...
Eşi ve okul arkadaşlarıyla buluşup eski günlerden konuşmak üzere girdiği restorandan, “bir ihbar üzerine” üzerine, görevden alınan savcıdan iktidara kumpas bilgisi sızdıran ajan siyasetçi rolünde çıkması aslında komediden çok “korku filmi” gibi.
O anı yaşarken, “yok artık” deyip bir gülme gelmiştir üzerine gülmüşlerdir ama ağlanacak halimize!
Ki bana sorarsanız Ankara Cumhuriyet Savcısı Nadi Türkaslan’ın üç tane sazanın halt yemesi yüzünden kendisini “Habere konu yemekte bulunmadım. Bu restorana hayatım boyunca hiç gitmedim. Hatta bu restoranın yerini dahi bilmem...” diye açıklama yapmak zorunda hissetmesi bu korku filminin final sahnesi.


Türkaslan kendisini savundu(!)
Düşünsenize... Evinizde oturmuşsunuz televizyon izliyorsunuz, ekranda “son dakika” haberi geçiyor... Yanar döner renkler, ürkütücü ses efektleri filan... Sizin o anda bir restoranda CHP’lilere bir dönem yürüttüğünüz Deniz Feneri soruşturmasıyla ilgili bilgi verdiğiniz ilan ediliyor bütün Türkiye’ye!...
Şöyle bir bakınıyorsunuz etrafınıza:
“Yooo, evimin salonundayım ben şu anda!..”
“Ben bensem... Ben burdaysam... Peki restorandaki kim?”
Haydaaa....
Gecenin bir vakti uğraş dur şimdi.
İşler iyice arapsaçına dönmeden haberi veren kanalı arayıp düzeltme yapmak istiyorsunuz. Cevap hakkınız var ama yayına bağlayan yok!
Özür yok!
“Pardon” bile yok!
Bir yolunu bulmazsanız çamur atıldığıyla kalacak üzerinizde...
“Mecburen” savunmanızı hazırlıyorsunuz....
Bence Nadi Türkaslan’ın yazdığı metin “açıklama” değil “savunma” ... Çünkü düpedüz bir “saldırı” düzenleniyor hayatına, mesleğine, kariyerine...
Türkaslan yaptığı açıklamanın sonunda “Yapılan maksatlı, yalan ve iftira ile dolu bu haber ve yayın nedeniyle hukuki haklarım saklıdır” diyor.
Gazetecilerin “davayla yola getirilmeleri”ne ilke olarak karşı olmakla birlikte, “sazanlığın” her türlü hakaret, iftira, saldırının mazereti olmadığının idrak edilebilmesi için böyle bir emsale ihtiyacı olduğuna inanıyorum medyanın!



BASINDAN SEÇMELER


Dayamışlar kameraları

Artık “ihbar” kimden geldiyse bilinmez, bir haber uçmuş bizim “eski mahalle”nin medyasına: CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, şu anda Ankara’da bir balıkçıda Deniz Feneri’nin görevden alınan savcısı Nadi Türkaslan ile yemek yiyor.
Hop! Doluşmuş bizim eski mahallenin kameraları balıkçının önüne...
Flaşlar patlamış, kameralar çalışmış ve sorular sorulmuş:
“Efendim Deniz Feneri Savcısı ile neden buluştunuz?”
Büyük bir şaşkınlık!
Emine Ülker Tarhan “Nereden çıktı bu?” diye düşünürken bir anda durum anlaşılmış.
Meğer ihbarcı”, Tarhan’ın eşi Mehmet Umur Tarhan’ı Savcı Nadi Türkaslan’a benzetmiş.
Bu durumda konuşmayı Mehmet Umur Tarhan yapmış: “Arkadaşlar! Ben Yargıtay Üyesi Mehmet Umur Tarhan... Emine Ülker Tarhan’ın eşiyim. Deniz Feneri Savcısı Nadi Türkaslan değilim”.
Bu durumda ne yapılır? “Keleğe getirildik” falan denilerek ufaktan uzanır değil mi? Ama hayır! “O kadar zahmet ettik, haberi vermeyecek miyiz” anlayışına sığınan bazı gazete ve internet siteleri “CHP’li Tarhan, Deniz Feneri Savcısı ile buluştu” diye haberi vermişler.

***


BİR: Milli Görüş’ün “Önce ahlak ve maneviyat” diye çok güzel bir sloganı vardı.
İKİ: Eskiden başkaları dayardı kameraları... Şimdi bizim eski mahalle dayıyor.
Ahmet Hakan / Hürriyet




Şantaj aletleri piyasası

- Kalem kamera 119 lira. Toplam 40 saat kayıt.
- Hiç fark edilmeden görüntü ve ses kaydı 49 lira.
- Profesyonel ses kayıt cihazı 189 lira. 40 saat ses kaydı. Dinleme yapmak hiç böyle kolay olmamıştı.
- Anahtarlık foto kamera 69 lira. Teknoloji harikası.
- Yeni nesil anahtarlı kamera. Yüksek çözünülürlükte ses ve görüntü kaydı 139 lira.
- Tablo gizli kamera. Yağlıboya tablonun içine yerleştirilmiş mikro lens. 390 lira.
- Vazo gizli kamera. Kamera çiçek vazosunun içindedir, kimse göremez.
- 24 saat uzaktan kumandalı oda spreyi kamera. 380 lira.
- Ben sadece gözüme inanırım diyorsanız, gözlüğünüze takılı gözlük kamera. 129 lira.
- Sherlock Holmes masa saati. 24 saat kesintisiz video kaydı. 290 lira.
- Saat gizli kamera. Haftalarca çekim yapıyor. 887 lira.
- Gizli duvar saati kamera. Dünyanın her yerinden izleyin. 890 lira.
- Kol saatlerinde kamera. Rolex, Dior markalı. Bütün gerçekleri bilmeye herkesin hakkı vardır. 190 lira
- Düğme kamera. Gömleğinizin düğme yerine sabitleyip kaydedin. İki milimetrelik delikten kayıt yapar. 123 lira.
Liste uzayıp gidiyor. Fiyatlar epeyce mâkul!

***


Nasıl oluyor da, Türkiye’nin bu ortamında bu suç aletleri serbestçe, hem de TSE garantisi ile satılıyor? Nasıl oluyor da bunların ilanları bazı gazetelerimizin internet sitelerinde günlerce, haftalarca yayınlanıyor?
Şimdi dikkat ediniz, iki türlü izleniyoruz:
1 - Devlet ve hükümet tarafından.
2- Şu verdiğim örneklerle, özel sektör tarafından.
Devletin ve hükümetin dinleyip izledikleri bilinmiyor. Yer ve zamanı gelince sızdırılıyor. İnsanlar rezil ediliyor, bunalıma sokuluyor. Hatta en özel konuşma ve görüntüler bile...
Emin Çölaşan / Sözcü




Nefis işte...
Demek ki AKP’ye muhalefeti kronikleşen biri “kadın milletvekillerinin, kadın haklarıyla ilgili sivil toplum kuruluşlarının katıldığı çok önemli toplantıya “tek köşe yazarı” olarak” katılınca yelkenleri suya indiriveriyor bir anda... Bu da “uçak gazeteciliği”nin “kara tipi” değil mi?



Had bilmezlik onlara ‘hak’!

Yasalarda suç olarak tanımlanan eylemler nedeniyle sadece yasalara saygılı, hukuk devletinden yana olan yurttaşlar cezalandırılıyor...
Ama isyan bayrağı çekmişseniz, yasa tanımıyorsanız, hele bir de üzerinize milletvekili zırhını geçirmişseniz; aynı yasalar size işlemiyor...
En ağır suçu işleseniz, halkın bir bölümünü açık açık isyana tahrik etseniz dahi; polis gelip kolunuza giremiyor...
Hatta bu ülkenin mahkemelerinin hakkınızda çıkardığı yakalama kararları bile, başkentin göbeğinde cirit atmanıza karşın “vicahiye” çevrilemiyor... Yani tutuklanmıyorsunuz! Çünkü siz ayrıcalıklı vatandaşsınız...

***


Türk soyadı taşıyıp Kürt kafatasçılığı yapan ve ne ilginçtir ki bazı çevreler tarafından ısrarla “barış güvercini” olarak lanse edilen Mardin Milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Genel Başkanı Ahmet Türk, Kürtlere başkaldırı çağrısında bulunmuş...
“Bugün yapılan Kürtlerin tasfiye edilmesidir. Bugün halkımız her zamankinden daha güçlü bir direnişle özgürlük için, özgür gelecek için, serhildanlar (başkaldırı) yaratacaktır. Barış için, toplumsal uzlaşı için, Kürt sorunun çözümü için büyük gayret gösteren Sayın Öcalan’a koyulan tecrit, savaş politikasıdır. Savaşı yürütme politikasıdır. Biz bu tecrit politikalarına güçlü şekilde karşı çıkacağız. Cumartesi günü müzakerelerin devam etmesi için, Sayın Öcalan’ın barış için rol oynaması için İmralı’ya yürüyeceğiz.”

***


Bu konuşmayı bu ülkede başka hiçbir vatandaş yapamaz...
Bu sözleri başka bir partiye mensup hiçbir milletvekili söyleyemez...
Bu ayrıcalık sadece devlete alenen isyan bayrağı çekenlere tanınıyor!
Kimse onlara dokunamıyor, dokununca kızılca kıyamet kopuyor...
KCK soruşturmasında bilmem kaç kişi gözaltına alınmış da; bu tantana o yüzden kopmuş...
Taş attıran ağzı susturamayıp, taş atan kolu durdurmaya çalışırsanız; o ağız, başka binlerce taş atan kol bulur kendine...
Ne yazık ki Türkiye’de yapılan en büyük yanlış budur.
Demokrasi adına ve demokrasiyi kullanarak, onu çökertmeye çalışanlara dokunamayacaksın... Kurdukları partileri bile kapatamaz hale geleceksin... Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı; parti kapatma davası açmasını gerektirecek binlerce söylemi ve eylemi görmezden gelecek...
Sen de gidip birkaç “taş atan kol” u yakalayacaksın...
O taşları attıran ağızlar ise, utanmadan serhildan (başkaldırı) yaratmaktan söz edecek!
Hem de binlerce kişinin katili terörist başının “tecrit” edildiği gerekçesiyle...
Ve o katili resmen kutsayarak!
“İmralı’ya yürürüz” tehditleri savurarak...

***


Eminim; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Ahmet Türk’ün, halkın bir kesimini, diğer kesimlerle savaşmaya tahrik eden bu sözlerini yine duymazdan gelecek... Biliyorum; sırf harçların kalkmasını istiyorlar diye bir avuç öğrenciye şahin kesilen polis, bu açık tehdide yine boyun eğecek...
Başta Başbakan olmak üzere İçişleri Bakanı’nı ve Emniyet Genel Müdürü’nü uyarıyorum.
Ahmet Türk, “Cumartesi günü İmralı’ya yürüyeceğiz” diyerek, ilan ettiği başkaldırının ateşleneceği tarihi duyurdu...
Tek bir adım ya da kulaç bile atmaya kalkarlarsa, susa susa sabrının sonuna gelen milyonlarca insan, had bilmezliğinin bu kadarına sessiz kalmayabilir ve büyük olaylar çıkabilir.
Tüm yetkilileri, bugünden önlem almaya davet ediyorum.
Mustafa Mutlu / Vatan




Polis Akademisi’nde ne işin vardı o zaman

Cengiz Çandar, “Polis kafası ile olmaz” diyor dünkü yazısında:
“İran önümüzdeki günlerde PKK’yı acımasızca kullanacaktır. Bu nedenle de PKK ile barış yapılabileceğini düşünenler fena halde yanılıyor” hükmüne varan ’müzakereci liberaller’gibilerinden sıfatlarla polemik yürüten polis kafası ile de gidilecek fazla bir yer yok. Dünya tarihinde karmaşık siyasi sorunların polis kafasıyla çözüldüğü görülmemiştir.”
İyi de 1 Ağustos 2009’da ne işin vardı “Kürt Açılımı”nı Polis Akademisi’nde başlatan toplantıda öyleyse! Bunun cevabını da üç vakte kadar laf çaktığın “polis yazar”dan öğreniriz herhalde...




ÖLÜ PORNOSU

Üzerine sayfalarca yazılabilir ama Metin Uca iki kelimeyle koymuş bu rezaletin adını:
ÖLÜ PORNOSU!




Aleviler kaygılı

Alevileri asıl kaygılandıran, Başbakan Erdoğan ve Hüseyin Çelik gibi isimlerin meseleyi mezhep üzerinden ele almaları. Erdoğan’ın “Alevi subaylar halka zulmediyor. Suriye halkı Alevi subaylardan rahatsız” mealindeki sözleri, Türkiye’deki Alevileri kızdırmış. (...) Aygün (CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün) “İsrail’e atıp tutarken bir yandan füze kalkanıyla koruyan hükümet sanırım Suriye’yi kolay lokma görüyor, gücünü test etmek istiyor” tespitinde bulunuyor.
Amberin Zaman / HaberTürk

Yazarın Diğer Yazıları