İç tehdidin adını koymaya hazırlanan AKP'nin intihar eylemi

Tayyip Erdoğan’ın, TRT’de bir grup seçilmiş gazeteciyle sohbet ederken açıkladığı “değişim hedefleri” nin en önemlilerinden biri, Milli Güvenlik ve Siyaset Belgesi’ydi. Buna göre belgede yer alan “iç tehdit” tanımı değişecekti. Konuya geniş yer ayıran dünkü gazetelerden Akşam “Düşman kim olacak” manşetiyle çıktı. HaberTurk ise Bülent Aydemir imzalı haberinde, yapılması öngörülen değişikliklerden sonra, belgede yer alan “irtica” gibi “soyut” ifadeler yerine, tehdidin “somut isimlerle” tanımlanacağını duyurdu. Buna göre bölücülüğün yerini “bölücü terör örgütü PKK”, irticanın yerini “dini kullanan El Kaide” yahut “Hizbullah” gibi tanımlamaların alacağı belirtiliyor. Önceki günkü Bakanlardan Kurulu’ndan sonra “daha sürecin başındayız, ilgili birimlerden görüş gelir, değerlendirilir” diyen Cemil Çiçek’in bıraktığı açık kapıya dayanarak sormak isterim;
“İrtica” konusunda, aldığı kararla bir anlamda “görüş” bildirmiş olan kurumlardan biri de Anayasa Mahkemesi. Anayasa Mahkemesi veya kurumun “irticai faaliyetler” e atıf yaptığı o malum kararı delil gösteren herhangi bir kurum, size, en yüksek mahkeme tarafından “irticai faaliyetlerin odağı” olarak tescillenmiş AKP’nin de “somut iç tehdit” ler listesine girmesini önerirse, gereğini yapacak mısınız?

* * *

Damat Bey ne işle meşguller?
Çongar’ın ‘Yabancı hizmet subayı’ unvanlı kocasının, CIA’da çalıştığı iddiasına meydan okuyan Altan, damadın, 12 Eylül için ‘Bizim çocuklar yaptı’ diyen ajanlarla aynı kurumda ne yaptığını anlatsın
Yasemin Çongar’ın kocasının adı Chris Mason... Yasemin Çongar AFSA’ya yazdığı bir makalenin altındaki kısa CV’sine kim olduğu kadar, kiminle evli olduğunu da yazmış. Tabii AFSA’nın periyodik yayın oganına yazınca bu bir anlamda zorunluluk gibi.
Nedir AFSA? American Foreign Service Association. Amerikan Dışişleri’nde ya da yurtdışı görevlerinde bulunmuş kişilerin haklarını koruyan, hatta devletle onlar adına pazarlık yapan profesyonel bir kuruluş. Çongar’ın eşi Chris Mason’ın bir de unvanı var: FSO... ’Yabancı hizmet subayı’ demek...

Afganistan’da dirsek teması
Güney Amerika’daki Barış Gücü’nde gönüllü olarak yer almış. Ancak asıl önemli görevi Afganistan’da... Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak dört sene boyunca Amerika’nın Afganistan’daki güvenlik politikası üzerinde çalışmış...
Naval Postgraduate School’da yer alan biyografisi onun başka görevleri hakkında da bilgi veriyor: ’Dışişleri Bakanlığı’ndayken istihbarat çevreleriyle yakın çalışma içinde oldu, Afganistan’daki aşiretlerin haritalarının çıkarılması gibi gizli projelerde yer aldı. Dışişleri Bakanlığı’nda Afganistan’ın tarihi, kültürü ve kavim-ırk bilgileri konusunda uzman kişi olarak bilir.’ İstihbaratçılarla yakın ilişki içinde olması yeteri kadar açıklayıcı. Ama ille de kanıt isteyene bir sonraki cümle yeteri kadar aydınlatıcı: ’Ayrıca CIA’in Paştun Kızıl Hücresi’nde görev aldı...’
Kızıl Hücreler, Amerikan birliklerinin performansını ve etkisini ölçen takımlara verilen ad... Yasemin Çongar’ın da Milliyet’in Washington temsilcisiyken Afganistan’a gidip oradan yazı dizileri yaptığı arşivlerde var. Bu örnek Çongar’ın meslek hayatında bir şekilde Mr. Mason’la sık sık dirsek temasında olduğunu gösteriyor.
Mr. Mason’ın biyografisinde çarpıcı bir nokta daha var... Ders verdiği pek çok yerin arasında RAND Corporation’da var.
RAND’i Türkiye kamuoyu yakından tanıyor. CIA’e yakınlığıyla bilinen, genellikle CIA ajanlarının yer aldığı bir düşünce kuruluşu. Türkiye’nin adını çok iyi bildiği CIA ajanlarından 12 Eylül darbesi için ’Bizim çocuklar yaptı’ diyen Paul Henze ve Graham Fuller da RAND bünyesinde...

Ilımlı İslam fabrikasında
RAND’i çok iyi tanımamızın sebebi ise Türkiye için ’Ilımlı İslam’ modelini sunan kuruluş olmasıydı. Bu modelin en büyük karşıtı ise Türk Silahlı Kuvvetleri... Ne tesadüf ki Türk Silahlı Kuvvetleri bugün Yasemin Çongar’ın hedefinde ve sürekli yıpratılmak için uğraşılıyor...
Benim aktaracaklarım aşağı yukarı bu kadar. Şimdi sıra Ahmet Altan’da ve Yasemin Çongar’da: ’Bizim çocuklarla’ ne işiniz var? l Oray Eğin / Akşam

* * *

Siz bir de Altemur Kılıç’ın notlarını okuyun
Kemal Ilıcak’tan gördüğü desteği ve Tercüman’ın Genel Yayın Yönetmeni oluşunu anlatan Taha Akyol, Nazlı Ilıcak’ın ne kadar demokrat olduğunu kanıtlamaya çalışırken şu örneği vermiş: “Nazlı Hanım’la gazetede herkesin önünde bazen sert bir şekilde tartışırdık. Sabah kavga ederdik, Nazlı Hanım akşam evde Kemal Bey’e beni öven konuşmalar yapardı...” Ben o günleri yaşamadım ama, Ilıcak’ın karıştığı ve bugün çeşitli medya kuruluşlarında çalışan pek çok gazetecinin tanık olduğu, “destanlar” gibi ağızdan ağıza, nesilden nesile aktarılagelen bir başka “personel önü kavgası” geldi aklıma. O gün Tercüman’ın Genel Yayın Yönetmeni Altemur Kılıç’mış. 30 Ocak tarihli “Gün uğursuzların” başlıklı yazısında, bu konudaki notlarını yazacak gibi oldu ama herhalde terbiyesi elvermedi. Bir gün yazacak biri çıkarsa, bir de ’Altemur Kılıç’ın Nazlı Ilıcak üzerine notları’nı okumanızı tavsiye ederim.

* * *

Sanki ağzını bantlayan vardı
Hasan Cemal dünkü yazısına alışkanlık haline getirdiği gibi “itiraf”la başladı: “Ben çok kızardım Milliyet’e. Özellikle de Abdi İpekçi’ye. Çünkü Abdi Bey, seçim sandığından sürekli olarak Demirel gibi ’Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri’ni çıkaran çok partili demokrasiyi savunurdu. Ayrıca, demokratik solcu Ecevit’e verdiği destek de bizi çıldırtırdı. Ecevit’le İpekçi, bizim darbeci anlayışımızın düşman ikizleriydi. Abdi Bey’e çok çektirdik.”
Bu arada Emre Kongar, geçtiğimiz günlerde dönekliğin en belirgin tezahürünün “itiraflar” olduğunu yazmıştı.
Yazının geleneksel “12 Mart’tan sonra doğru yolu bulmaya başladım” içerikli bölümünü ise şöyle sonlandırmış Cemal: “Aradan 31 yıl geçmiş... Hâlâ gerçeği tam bulamadık! Hâlâ bir muamma... Yazıklar olsun bize, gazeteci milletine!”
Bu yazıyı aynaya ithafen yazmış olmalı. Çünkü, CIA ajanlarıyla gecenin bir vakti, kuytu köşelerde, loş ışıkta, kafa kafaya verdiği yani “gerçeği bulma” şansını yakaladığı halde, bunu kullanmayan kendisi.
Şimdi kuru gürültüyle “acınızı paylaşıyoruz” demek kolay. Madem vicdanın kanıyor, 18 Şubat 2005 gecesinin, İpekçi suikasti gibi karanlığa gömülmesine göz yummak yerine, bir kaç soruyla aydınlatsaydın ya; ağzını bantlayan mı vardı?

* * *

Mahkemenin yolları taştan...
Taraf gazetesi 137 gazeteciyi tereddütsüz “yararlanılacak gazeteciler” diye ilan ediyor. Bir kâğıt parçasından fazla hükmü olmayan o listeyi de kimi yazarlar alıp bizleri “yararlanılacak, kullanılan, darbeci vs” diye damgalıyor. Esas “darbeci”nin kim olduğunu arşive girip (Google’a bir dokunun dökülüyor) ispatlayınca bu defa da “kullanıldığımızı” iddia ediyorlar.
Örnek; Nazlı Ilıcak (ve aynı gazeteden bir besleme)...
Hukukçu dostların tavsiyesiyle konuyu yargıya götüreceğiz. Taraf’ın (ve peşinden gidenlerin) yaptığı kişilik haklarına saldırıdır.
Asılsız ihbar, iftira ve hedef göstermedir. Belgenin sahih olup olmadığı mahkeme sürecinde Milli Savunma Bakanlığı’ndan sorulacak. Ancak belge sahih bile olsa bir gazetenin veya yazarın meslektaşlarını açık adlarıyla suçlaması yasal değil. Sonucu yargıçların ağzından öğreneceğiz...
l Melih Aşık / Milliyet

* * *

12 Eylül’de porno yazarıydı!
Dönek oğlu dönek Ahmet Altan’ın Taraf’ta yayımladığı darbe tezgâhlarından birindeki listeye bakıp tutuklanacağını sanan bir grup gazetecinin sözcüsü Nazlı Ilıcak’ın 12 Mart sonrası kontrgerilla ile diyaloğu ve 12 Eylül’de asker postalı yalayıcılığı fena halde pazara çıktı! Sonra ne oldu da Nazlı, darbecilerle ters düştü; kocasının gazetesi birkaç kez kapatıldı; gündüzleri çıkmak geceleri yatmak üzere hapse mahkûm edildi? Çünkü darbeci generallerden beklediği siyasi ve ticari çıkarları elde edemedi! İnanın, babası Muammer Çavuşoğlu Demokrat Parti milletvekili olmasaydı ve tutuklanıp Yassıada’ya gönderilmeseydi Nazlı, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin de savunucusu olurdu! Bu arada 12 Eylül 1980’de 30 yaşında ve altı yıllık gazeteci olan Ahmet Altan’ın o dönemde ne yazdığını merak ediyorsanız: Porno öyküleri yazıyordu! Ama ne çare gafiller hiç ders almıyor! l Deniz Som / Cumhuriyet

* * *

Şu “paslaşma”yı birlikte açıklayın
Başbakan Erdoğan’ın “Başbuğ ile darbe iddiaları konusunda paslaştıklarını, bu paslaşmanın olumlu gittiğini” söylemesi son derece önemli bir açıklamaydı.
“TSK içinde darbe planlayan cuntaların olduğu” iddiasının ortaya çıkmasını istemek, bu konuda yardımcı olmak Genelkurmay için doğaldır. Ama ortada çok farklı bir tablo yaratan gelişmeler var.
(...) Mesela kendisini aylardır “TSK’nın darbe yapmasını önleyen demokrat Genelkurmay Başkanı” diye öven sayısız köşe yazısına susmak ve sessizce kabul etmek yerine Özkök çıkıp “Bunun söylenmesi doğrudur veya yanlıştır, şu nedenle...” şeklinde bir açıklama yaparak en azından TSK’nın kurum olarak suçlanmasına neden engel olmamıştır?
Sonra bu planların Büyükanıt döneminde devam ederek bugüne geldiği iddia ediliyor. Onun da haberi yok, köşesinde susup oturuyor.
Aylardır her gün toptan TSK’yı ve Genelkurmay’ı açık ve net şekilde suçlayan söylemleri devam ederken “Sabrın da bir sınırı vardır” benzeri açıklamalar yapan Orgeneral İlker Başbuğ’un ise darbe iddiaları için “Başbakan’la paslaştıklarını” duyuyoruz.
İlker Başbuğ’un paslaşması bir anlamda iddiaların gerçek olabileceğine inandığını, en azından ihtimal verdiğini gösteriyor ki o zaman da bundan önceki çıkışlarının “halkı ve yargıyı yanıltma” olup olmadığı tartışması ortaya çıkar.
Aslına bakarsanız bu durumda “paslaşan” Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın da (bugünlerde kara koyun haline getirilen ve pek kızılan) TV’lere birlikte çıkıp millete neler olduğunu anlatmaları zorunludur. Tabii eğer bir tiyatro oyunu sergilenmiyorsa! l Ruhat Mengi / Vatan

* * *

Kim kime gol atıyor hiç belli değil...
Başbakan pazar günü “komutanlarla paslaştıklarını” söyledi.
Ne demek bu?
Devlet kurumları arasındaki iletişimin gelenekleşmiş bir üslubu, geleneği vardır.
Başbakan paslaşmadan ne anlıyor?
Bu bir oyun mu? Kim kime gol atıyor?
Röveşata atmak siyasetçi olduğu için Başbakan’da çok ters durmuyor ama askere hiç yakışmıyor!
l Güngör Mengi / Vatan

* * *

MİNİ YORUM
Tecrübe ve bilim

Diyanet İşleri Başkanlığı, cemevlerinin “ibadethane” olarak tanınması yönünde “temenni” kararı alan İzmir İl Genel Meclisine itiraz etmiş ve taleplerinin “tecrübeye ve bilimsel kriterlere uygun olmadığını” savunmuş. Cemevine “cümbüşhane” deyip üzerine buldozer salan zihniyetin “tecrübesi” malum da, ölçü alınan “bilimsel kriterler” tartışmaya açılırsa, çok su kaldırır gibi geliyor bana...

Yazarın Diğer Yazıları