Hürriyet de mi 'sağcı'!
Yeniçağ’ı tanımadan tanımlamaya kalkışınca ortaya “milliyetçi sağ” gibi garabet bir yafta çıkaran Ertuğrul Özkök, çeyrek asır yönettiği gazetenin logosuyla bizimkini yanyana koysun bakalım; ne görecek!
Sadece bir kaç gün önce “O belagat denen şey şehvete dönmüşse nefsime hâkim olurum, dilimin uçkurunu çözmem. Herkesin dilinin uçkuruna sahip çıkma günüdür” diye yazmıştı Ertuğrul Özkök.
“Kim bu Ergenekon taşeronları” başlığı altında yaptığı Yeniçağ vurgusuna
bakınca;
“Keşke” dedim, “keşke dilinin uçkuruna sahip çıkabilseydi”...
Uçkuru gevşemiş bir kalemin kontrolünü kaybettiğini, sözcükleri peşpeşe dizmek yerine, “belagatın şehvetine” yenilmesini tercih ederdim, ederdik, ederdi okurları; bu kadar yanıltıcı olmazdı yazdıkları. Üzerine yoruma gerek kalmazdı, “acaba”lar bırakmazdı zihinlerde, yazdığının, hakikaten “kavradığı” bir şey olduğunu da anlardık...
Öyle olmadı...
Şu son birkaç gün, sadece medyadaki “otoritenin teveccühü gazetenin başına kuş kondurur” algısının ne derece kronikleşmiş olduğunu idrak açısından değil...
Özkök gibi, “Yargılanmak istemiyorsanız yargılamayın” telkininde bulunanların dahi “önyargılama” kürsüsüne vedada ne derece zorlandığını görmek, tecrübe açısından da önemliydi.
Önyargıların sinsi tuzağı
Yeniçağ’ı “milliyetçi sağ” bir gazete olarak konumlandırdığı bölümde, yani daha en başında yazısının, anladık ki önyargıların sinsi tuzağına düşmüş Özkök.
Her zaman ötelemek, karalamak olmayabilir önyargılarımızın bilinçaltımıza kurduğu pusuların hedefi. Ama, baştan kötü kadar, baştan iyi, baştan yanlış kadar, baştan doğru saymak biçimindeki peşin kabullere de direnmesi gerekmez mi gazetecinin?
İnfaz gayesiyle olmasa da yaftalanmak; toplumun zihninde olmadığın bir şey olmaya mahkum edilmek en ızdırap verici infaz biçimi değil midir?
Hele ki Özkök gibi “sosyologluk” iddiasına da sahip bir gazetecinin kalem üretimiyse o yafta...
Kurucu ideolojinin yön beyanı
Bakın nasıl başlamış cumartesi günü yayımlanan yazısına:
“Yeni Çağ” Gazetesi, “milliyetçi sağın” en etkili yayınlarından biri.
AK Parti iktidarına hâlâ muhalefet edebilen iki-üç gazeteden biri de diyebilirsiniz.
Satış rakamları da oldukça düşük.
İşte bu gazetenin yazarı Sebahattin Önkibar geçen çarşamba günü Genelkurmay’a davet edilmiş.“
”Milliyetçi sağ“ da nedir Allah aşkına?
Tek kelimeyle, ”tuhaf“ olmamış mı böyle bir yakıştırma?
Liberal de olabilirsiniz...
Sosyalist de...
Milliyetçi de pek tabii...
Ama liberalci olamazsınız değil mi bir gazeteci olarak, sosyalistçi, milliyetçici(!)
Sol pencereden bakabilirsiniz hayata, yahut sağ; ama ”sağcı“ olmak nedir; o bile garabet bir tanımlama değil mi tek başına!
Gazetecinin ”birşeyci“si olamayacağı ayrı mevzu ya; üç gündür düşünüyorum, herhangi birinin ”milliyetçi sağcı“ olduğuna karar vermek için nasıl bir ölçü kullanılabilir diye...
Bulamıyorum...
Ne menem bir şeyse bir türlü canlanamıyor gözümde ”milliyetçi sağcı“ modeli!
”Sol“ yanı acır filan ya bazılarının şiirlerde, şarkılarda... Açıkçası ben varlığı için tehdit saydığı bir olay karşısında ”sağ yanı“ acıyan bir milliyetçi tanımadım bugüne kadar... Herhangi bir felaket algısını ”sağa darbe“ filan gibi yorumlayan yazılara rastlamadım Yeniçağ’da hiç...
”Sağcı“ olmak suç değil elbette, utanılası bir hal beyanı değil; öyle bir potada da görebilir kişi kendini. Ama Yeniçağ bu değil; peki niye bu bizi olmadığımız birşeye dönüştürme gayreti?
AB’ye karşı olmak mı mesela bizi ”milliyetçi sağcı“ yapan? İyi de AB bir ”Hıristiyan kulübü“ olarak, dibine kadar ”sağcı“ bir yapı değil mi özünde?
Türkiye’de ”sağ“ deyince akla gelen ilk isim ”Özal“sa mesela; nasıl ”milliyetçi sağcı“ olabilir Yeniçağ ve nasıl bunun karşısında yer alabilir Özkök?
Emperyalizme karşı olmak mı ”milliyetçi sağcılık“?
Sol ne öyleyse?
Milliyetçilik bir Cumhuriyet ilkesiyse eğer; ”sağcı“ mı diyeceğiz biz ”kurucu ideoloji“ye de?
Niye bu kavramları anlamsızlaştırma deneyleri?
Kişiliksizleştirme, niteliksizleştirme...
Ortak paydalarını reddediyor
Yanlış da anlaşılmasın, çıktığımız kabı beğenmiyor değiliz, ”milliyetçi“ bir gazete Yeniçağ... Hatta kimse ne olduğumuzu anlamak konusunda zorlanmasın diye, logomuzdan da ilan etmişiz bunu.
Nasıl mı?
Logoya Atatürk’ü koyarak mesela. Ki bilmem bunu Özkök’e hatırlatmama gerek var mı; Hürriyet’le Yeniçağ logosunun ortak paydalarından biridir Atatürk... Misyonunu ve vizyonunu Atatürk’ünküyle özdeşletirmenin öncüsüdür Türk basınında Hürriyet... Yani Yeniçağ’a ”sağcı“ diyebilmek için önce Atatürk’e, sonra da Hürriyet’e ”sağcı“ damgasını vurmak gerekir...
”Paydalar“ dedim dikkat ederseniz;
İki logonun bir diğer ”ortaklığı“ Türk bayrağı konusundadır; gereğini yaparlar, yapmazlar apayrı bir tartışma konusu, ama ikisi de bu yolla bir vaadde bulunurlar okuyucularına;
”Var olduğumuz sürece bu bayrak dalgalanacak!“
Ve son olarak ”Hürriyet’in logosundaki söze el koyuyoruz“ diye yedi düvele ilan ettiğimiz ”Türkiye Türklerindir“ sloganı, 10 Haziran 2004 günü itibariyle üçüncü ortak paydamızdır Hürriyet’le!
En düzkontak bakışla, Yeniçağ’ın sağcı olması için ”her Türk sağcı doğar“ yahut ”her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sağcıdır“ türü bir bilimsel kanıt bulunması gerekmez mi bu durumda?
Ki yürüdüğümüz 8 yıllık yol, gözlerini bakmak değil görmek için kullananlara göstermiştir ki, Yeniçağ hepsedilmek istendiği mecranın duvarlarını çoktan yıkmıştır; MHP’linin de, CHP’linin de, 68’linin de, 78’linin de, ülkücünün de, devrimcinin de, Alevi’nin de, Sünni’nin de, dindarın da, ateistin de, köylünün de, kentlinin de, işçinin de, diplomatın da, öğrencinin de, öğretmenin de ”gazetesi“ olabilmeyi becermiştir.
”Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı“ysa eğer milliyetçilik, gazeteciliğin temel ilkelerinden olan ”kamu yararı“nı çürütmez, aksine besler çünkü...
Bütün bunları, yine daha birkaç gün önce ”Memleketim, anavatanım, bana gidecek başka hiçbir yer bırakmayan bu son durağım... İşte orası benim için kutsal“ diyen Ertuğrul Özkök’ü, özeleştiriye davet için yazıyor olmak ne ”tuhaf“...
Vatanı kutsalı saydığını ilan eden bir gazeteciyi, vatanı kutsalı sayanların ”düz git, sağdaki ilk sokak“ gibi tarif edilebilecek bir adreslerinin bulunmadığıyla yüzleştirmeye çalışmak... Bir milliyetçinin kalbinin, vatanın doğusu ve batısının, sağı ve solunun kutsiyetini aynı derecede hissedebilen bir ”merkez“de attığını anlatmak...
Gazeteciliğin güven kalelerinin bu gel-gitlerle yıkıldığını görürken, Özkök gibi, kendisini bütün yargıların uzağında bir ”nehir kenarı“nda, ”dervişane“ bir düşünce boyutunda konumlandırma gayretinde olan birinin, hiçbir şey yapamıyorsa bile, en azından ”dün öyleydi ama bugün de böyle hissediyorum“ konforundan feragatını bekliyor olmak..
”Tuhaf“ yerlere sürüklüyor bu meslek bazen insanı.
Fakir ama gururlu!
Ertuğrul Özkök’ün yazısında,
Yeniçağ’ı ”muhalefet yapan iki üç gazeteden biri“ saymasıysa, kendi durduğu yer açısından sorgulanmaya muhtaç göründü bana.
Türk basınında muhalefet yapabilen sadece üç gazete kaldıysa eğer; ve Doğan Grubu bünyesinde, spor gazeteleri hariç, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Posta, Radikal, Referans olmak üzere tam altı günlük gazete varsa; bir kere kafadan üç gazetelerinin muhalefet yapmadığını kabul etmiş olmuyor mu Özkök?
Kaldı ki ”biri Yeniçağ“ diyerek kendilerine kalan muhalefet payını daraltmış.
Bir de inkar edilemeyecek ’Sözcü’ gerçeği var...
Kaldı mı sana ’1’ muhalif kontenjanı?
Doğan Grubu’ndaki altı gazeteden sadece birinin muhalefet yapabildiğini, sanki olağan bir halmiş gibi itiraf eden Özkök’ün gazetelere ve gazeteciliğe dair yaptığı tanımlar otomatikman hükmünü yitirmiş olmuyor mu sizce de?
Eğer o muhalif gazete Hürriyet’se; diğer beş gazeteyi nasıl yaftalamalı?
Daha fenası Hürriyet değilse eğer; Vatan’sa mesela muhalif gazete, veya Milliyet... Hürriyet’i muhalefet yapamaz hale getirenin ne olduğunu kim anlatacak bize; kim ”tanım“lar uyduracak ”gazetecilik“ işlevini yitirişine gazetenin? Günahı-sevabıyla son 25 yılın Hürriyet’ine imzasını atan Ertuğrul Özkök değil mi?
Ne diyecek mesela;
”Fakir ama gururlu genç“ der gibi, Yeniçağ’a, ”az satan ama etkili gazete“ payesi verirken, Hürriyet’e dönüp de ”Zengin ama ilkesiz“ diyebilecek mi? ”Muhalif olmayan“ kendi gazetesiyse eğer; ”çok satan ama okuyanda sinek vızıltısı etkisi“ bırakan diye nitelendirebilecek mi yıllarca yönettiği gazeteyi....
Bu ifadeleri, ”öyle değil mi“ derken aslında ”öyle“ olduğunu kasta çalışan ucuz bir yöntemin gereği olarak kullanmıyorum; Özkök’ün bu sorulara cevap ararken ”tanımadan tanımlamanın“ nasıl hoyrat bir tavır olduğunu anlamasına yarar mı diye merak ediyorum yalnızca...
Başından beri ”tanımadan“ tanımlayamazsın diyorum ya; bir gazeteci üzerine yazdığı şeyi tanımak, öğrenmek için çaba sarf eder; kara kaşına kara gözüne bayıldığından değil; mesleğinin gereği olduğu için...
İlginç olan ne biliyor musunuz?
Ertuğrul Özkök’ün -eğer zihinlerimize yerleştirdiği çiplerle bilgi sızdırmıyorsa içimizden geçenlere dair- bunun için en ufak bir çaba sarf ettiğine, hatta niyet sergilediğine şahit olmadık bugüne kadar...
Hem de ona bu fırsatı sunduğumuz halde;
Ertuğrul Özkök, asistanına bizzat ilettiğim ve olumlu veya olumsuz geri döneceği sözünü aldığım röportaj teklifimize, en azından asgari nezaket ölçüleri dahilinde cevap vermiş olsaydı; teklifimizi kabul etmese bile, Yeniçağ hakkında kafasını karıştırdığı belli olan sorularını sorar, birinci ağızdan cevap alma şansını yakalardı...
İşte o vakit inşa edildiği çürük temelin üzerine çökmez, gerçek bir ”belagat“ eseri olabilirdi yazısı; en şehvetlisinden...
Ama içinde yaşadığınız önyargı kabuğunu kıramadığınız sürece ne yazarsanız yazın, hangi ulvi iddiaları koyarsanız koyun ortaya, ele verirken talkını, salkımı yutmaktan geri duramıyor insanoğlu demek ki!
Derin mahfili patronuna soracaksın...
Mesleğini ”vatana-millete hizmet“ sayan iki kurumun yan yana gelmesi nasıl bir korku yarattıysa artık, nereye nasıl saldıracağını şaşırdı bazıları...
Dün bahsettiğimiz çamur çukurunda kök salmaya çalışan soğan cücüğü girmiş bu kez de topa;
Herkes başka bir şey diyor biz de
ne olduğumuzu şaşırdık ya, ”derin mahfillerin gazetesi“ sıfatını layık görmüşler bu kez.
Mahfilini sevsinler senin; yahu bizim ki gibi muhalefetin hasını yapan gazeteleri ”mahfil“e çıkarırlar mı? Hem de ”derin“ olanına!
Seni sulayan gübreleyen meyve vermeni bekleyen üretici firman değil mahfil, sathına yanaştırmaz yahu bizi...
Sen o işleri Türkiye Köylü İşçi Partisi menşeli TÜSİAD üyesi(!) patronuna soracaksın!..
Aydınlık’çıyken, karanlık krizleri fırsata dönüştürerek ”hedef“i 12’den vuran, Başbakan’a kara sevdasını ilan eden, TMSF eliyle iktidar gazetesi sahibi olan biz değiliz ki...
Bizim fakirane nereee, ”mahfil“ nere?
Varsa bir kaşıntın, sana ”hünkar mahfilleri“nde kayrılanlar merhem olur, haydi doğru patronunun kapısına!
Yeniçağ haram ise Vakit ne...
ERGUN Babahan, dünkü yazısında Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Yeniçağ Gazetesi’ne röportaj vermesini eleştirmiş.
Hem de kıyasıya...
Neymiş Yeniçağ, Ergenekon’a destek veriyormuş, neymiş Devlet Bahçeli’yi bile eleştiriyormuş, şovenmiş falan...
O zaman soruyu soralım:
Katillere arka çıkan, işkenceci polisleri savunan, Trabzon’daki rahip cinayeti hakkında “Misyonerlik faaliyeti nedeniyle bir gencin hayatı kaydı” diyerek maktûlü cinayetin sorumlusu gibi gösteren, cepheleştiren, Yahudi düşmanlığı yapan, belden aşağı vuran, hakkında açılan davalardan yırtmak için bin türlü dalavere çeviren, hedef gösteren, ilkesizliği bayrak edinen Vakit Gazetesi hakkında ne buyrulur?
Malum bu gazetenin temsilcileri devlet uçaklarında ağırlanıp sırtları sıvazlanıyor da...
* Ahmet Hakan / Hürriyet
MİNİ YORUM
Kürşad’ın narasıyla(!)...
Klişedir, denir ya “tepki yağdı”, aynen oldu valla Babahan’a ayar yazısından sonra. Hepsi değerliydi, ama Türk tarihinin her bir unsurunu “suç delili” sayan akılsızları yine afallatmak için şunu aktarmadan yapamadım: “Kürşad’ın kırk çerisi ile Çin sarayını bastığı destanı hatırlattınız bana. Sizi Kürşad’ın ta kendisi olarak düşündüm! Kürşad başarısız değildi, aksine başarılıydı. Bu nedenle Kutluk Şad (İlteriş) ve Bilge Tonyukuk’a dosdoğru bir yol açtı, bunun temellerini attı. Sizin de Babahan sarayına korku saldığınız ortada...”