Hoş bulduk istibdat!

‘Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda’ kitabı çıktığında aradım Yılmaz Özdil’i. Kitap arşiv niteliğindeydi; daha çok insan duysun, bilsin, alsın diye ‘destek’ niyetine Yeniçağ’da söyleşi teklif ettim. İkiletmeden kabul etti. Sesinden, sözünden belli olur insanın; samimiydi.
Söyleşi günü geldi; asistanı “sağlık sebepleriyle erteleme” bildirdi:
- Biz size döneriz!
İnsanlık hali...
Ve fakat; bir, iki, üç, beş gün, hafta, ay, mevsimler geçti;
Dönmedi.
Ne yalan söyleyeyim bu “klişe” sona pek içerledim; bence daha “özgün” bir “final” hak etmiştim!

***

Şaka bir yana, hak vermemekle birlikte anlamayı denedim Özdil’i. Nihayetinde aslanın ağzındaydı hepimizin ekmeği; ha kimimizinki halk ekmeği, kimimizinki envai çeşit tahıl karışımlı, süpermarket poşetli! Ne fark eder ki!
“Dışarıdakiler” için o “koca Yılmaz Özdil” olabilirdi ama “içeride” patronajda bir “çiziklik”ti onun da ederi! Göze batmamak, mevzisini korumak istemesinden doğal ne olabilirdi!
Bakmayın “onu yollayamazlar” diye atıp tutanlara; Emin Çölaşan da “yollanamaz” dı bir zamanlar; Bekir Coşkun’suz da olamazdı Hürriyet. Oldu; deve dişi gibi gazeteciler kimi direkt, kimi “istifa ettirilmek suretiyle” kovuldu, her gece hayranlıkla izlediğimiz “star” haberciler unutuldu, gitti! Ve bence -her şeye rağmen- Özdil’in her gün “atıldı-atılıyor-atılacak” şayialarının arasında, klavyesine giren kedilerle uzlaşı içinde yazabilmesi bile kayda değerdi.

***

Tam bu noktada, dün Özdil’in yazısının yayınlanmadığını görünce “Yılmaz Özdil yoksa Hürriyet de yoktur” tivitleri atanlara -özellikle siyasilere- sesleniyorum;
Kim meşrulaştırdı bu medya düzenini?
İktidar adına muhalefete psikolojik operasyon yapan, günde üç öğün kurumlarınıza, “dava”larınıza hakaret yağdıran, size tepeden bakan, her türlü oynanabilir “piyon” gibi konumlandıran sözde merkez gazetelerin -genel yayın yönetmenlerini filan geçtim- iki satır adınızdan bahsetsin diye muhabirlerine atmadığınız takla kalmadı be!
“Amiral gemisi” ni yürütmesine, acımasız çarkını döndürmesine imkan tanıdığınız, her gün şikayet ettiğiniz, yakındığınız, suçladığınız “medya”nın ilk göz kırpışında yelkenleri suya indirdiğiniz ve “alternatif” olabilecek kurumların direnişine sahip çıkmadığınız için sizin de payınız var bu omurgasız sistemin sürdürülebilmesinde!

***
Devam edeceğim ama önce siyah-beyaz Türk filmi tadındaki şu hainane hazzı yaşamama izin verin lütfen:
Bu işler böyle Yılmaz Abi... Bir zamanlar röportaj vermekten kaçtığın bu cesur gazete, sütun santimi milyonluk gazetenin kapı önüne koyduğu satırlarını ulaştırıyor okuyucuna bugün... (Tabii köşemin santimetrekaresi elverdiğince):
“Başbakan kim olsun?
Valla benim içimden geçen isim, Bilal...
Birincisi, devlette devamlılık esastır, devlet dediğin babadan oğula’dır.
(...) hakikaten çok zeki bi çocuk... Küçükken okuyacak parası bile yoktu, Remzi’nin bursuyla okudu. Şimdi, çalışarak kazandığı paralarını 48 saat sıfırlıyor, hâlâ 30 milyon avrosu kalıyor, zekâsını düşün yani.
Dördüncüsü, milletvekili olmasına filan gerek yoktur, doğuştan milli egemendir, “23 Nisan” doğumludur. (...)
Beşincisi, vakıfçı olduğu için memlekete dair her mevzuya vâkıftır... Babası ne zaman sıkışsa onu arar, telefon eder, Fenerbahçe’yi şöyle yap der, telefon eder, şu işadamını kucağa oturt der, telefon eder, çiftlik ne oldu diye sorar. Gerçi biraz yavaş anlar, ha bire anlamadım babacım der ama, olsun, o kadar kusur kadı kızında da olur, imam oğlunda da olur. Bilal’den şahane
başbakan olur.

***

Bilal olmazsa...
Hayırsever Rıza cuk oturur.

***

O da maaşallah Bilal gibi zekâ küpü, henüz 26 yaşındayken 86 milyar dolarlık altın ihracatı yaptı.
Ayrıca... Bakanların yarısı zaten emrinde.
Hayırsever olduğu için, seviyor bakanlarımızı. Kimine kol saati alıyor, kimine takım elbise alıyor, kimine çikolata kutusu gönderiyor. Bakanlarımız da onu seviyor. Mesela, içişleri bakanımız gerekirse önüne yatıyor.
Başbakanımız “yuh çekersen, tokadı yersin” diyor, vatandaşları yumrukluyor, yerlerde tekmeletiyor, Rıza da “hırsız var” diyeni, korumalarına yakalattırıyor, ağzını burnunu kırdırtıyor.
Tam halef-selef olsun.
Böyle başa böyle tarak olsun.
(...)
Sayın Apo olsun.
Hatırlarsınız, tapesi sızmıştı, “Tayyip’in beni üçüncü kişi olarak konumlandırması tesadüf değil” demişti. Nedir devlet protokolü? Birinci kişi cumhurbaşkanı, ikinci kişi meclis başkanı, üçüncü kişi başbakan... E madem öyle, tesadüf olarak kalmasın, resmiyet kazansın, “Yeni Türkiye” protokolüne geçilsin. Apo tek başına başbakan olmasa bile, hiç olmazsa eşbaşbakan olsun.
(...)
Google’dan ayet sallayan, bakara makaracı Egemen Bağış’ı da Ekmeleddin’den boşalan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın başına getirdin miydi, tadından yenmez gari.”

***

İşte bu yazıyı sansürledi Hürriyet gazetesi.
Gerekçe:
Doğan Yayın İlkeleri.
Ha bana sorarsan “ilkeliyim”diyorsa köşe kapatmak yetmez, toptan gazetenin kapısına kilit vursun, gitsin...

***

An itibariyle günün en çarpıcı, en sansasyonel, en idealist yazısını yazacak “doluluk” oranına ulaşmış durumdayım. O “ilkeleri” alıp her birine denk gelen “ilkesizlikleri” yle muhataplarının yüzüne bir bir çarparım, “üç kuruş için değer mi” formatında bir güzel saydırırım ama yabancı değilsiniz sizden saklamayacağım:
Yazsam ne olacak?
Aydın Doğan “Doğru söylüyorsun kızım, ben altın yumurtlayan tavuğu kesmeye pek meraklıyım, bir akıllı sensin, madem yazdın, ben bütün mal varlığımın toplamından yüksek vergi cezasını ödemeye razı olup senin dediğin gibi yapayım” mı diyecek?
Öyle bizim “idealize” ettiğimiz gibi yürümüyor işler bu sektörde. Bazı “acı ama gerçek” hususlar var:
Ve burası da Türkiye.
Kaset, böcek, şu, bu tehdidi/şantajıyla Cumhurbaşkanlarının, Genelkurmay Başkanlarının, Başbakan, Bakan, siyasi parti genel başkanlarının, “kumpas”larla koskaca bir ordunun, tribünlerin, sokakların, meydanların “hizaya” sokulduğu ülkede, iki ihalelik canı olan iş adamları kurtarmaya yeltenir mi sanıyorsunuz mahallenin namusunu? Daha seçimin ertesi günü başladılar “seçilmiş cumhurbaşkanı”na mektup yazmaya:
- Devşir bizi!

***

Altın bir fırsat geçmişti seçimden önce elimize; köprüden önceki son çıkıştan dönebilirdik... Şimdi kovulma tehdidiyle karşı karşıya kalan köşe yazarları dahil “Ekmel Bey”le makara geçerek, sulandırarak, boykot eğilimindekilerin tercihini sıvazlayarak el birliğiyle getirdiler hepimizi “korktuklarımızın başımıza geleceği” bu viraja...
Velhasıl, dün Özdil’e yolladığım SMS’de de yazdığım gibi;
Şaşırmıyorum, üzülüyorum sadece.
Biz böyle kıskıvrak tutsak edilecek ülke miydik!
Kendi ellerimizle istibdatı getirdik.

Yazarın Diğer Yazıları