Her konuşmalarına 'Cenab-ı Allah' diye başlayanlar çok mazlum yarattılar
28 Şubat soruşturması kapsamında 12 Nisan 2012’de tutuklanan Emekli Sosyolog Albay Alican Türk, Sincan F Tipi Cezaevindeki henüz birinci ayında, 14 Mayıs 2012’de yazmış az sonra okuyacağınız mektubu. Eşi Emel Türk benimle paylaşalı 10 gün kadar oldu. Hemen her satırı umutla bezenmeye çalışılmış mektupta öyle bir cümle vardı ki; aynı soruşturmada tutuklanan ve sapasağlam girdiği cezaevinden ölüsü çıkan Topçu Albay Mehmet Haşimoğlu’nun durumunu düşününce yüreğimi sızlattı. Albay Türk bu olaydan aylar önce “Mahkeme sürecinde ölür kalırsam, Allah’ın huzuruna gitmeden bilinsin isterim” diyerek seslenmiş yakınlarına, tanıdıklarına, tanımadıklarına:
İmzasız bir liste yüzünden...
“Değerli Büyüklerim, Küçüklerim, Dostlarım...
Nisan’ın 12’sinde başlayan gözaltı ve tutukluluk sürecinin üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçti.
Vay canına, içeride zaman çabuk geçiyormuş. Böyle olduğunu bilmiyordum. Tabii insan tecrübe edince öğreniyor.
Eee, kader-kısmet dedikleri işte bu olsa gerek... Emekliliğin keyfini dört duvar arasında çıkarmak da varmış kaderde...
Peki, suçum ne? 28 Şubat döneminde oluşturulan Batı Çalışma Grubu diye bir grubun içinde yer almak, orada görev yapmak... Yani suçlama bu... O dönemde irtica ile mücadele amacıyla kurulan sözüm ona yasadışı bu örgütlenmenin “Giriş İzni ve Giriş Kartı Verilen” elemanlarından biri olmak... Peki, nereden biliyorlarmış bunu? Ele geçen imzasız bir isim listesinden... Yani nasıl ki Ergenekon’da, Balyoz’da vs. bazı insanlar şurada-burada ortaya çıkan imzasız listelerde adı geçtiği için yıllardır içeride tutuluyorsa, benimki de o hesap, işte aynı öyle bir listede adım geçtiği için içerideyim. O isim listesine dayanarak “TC Hükümetini cebren devirmek, hükümetin görevlerini kısmen veya tamamen engellemek, engellemeye teşebbüs etmek ve nihayet darbeye teşebbüs etmek” suçlarıyla tutuklandım, yargılanacağım. Tabii sadece ben değil, bir sürü adam...
(...)
Her ne kadar Sayın Başbakan ‘Bu ülkeyi boğuyor, süreci çabuklaştırmak gerekir’ diyorsa da, iddianamenin hazırlanması, mahkeme, karar, temyiz vb. bütün süreç için birkaç yılı gözden çıkardım; hatta eşime bunu 10 yıl olarak söyledim.
Eğer ölür kalırsam...
Aslında bunu konuşmak bile istemem, bu kadar haksız ve aptalca yaklaşımları kaale almak bile bana zül geliyor; lakin insan yaşamının nerede-ne zaman sonlanacağı belli olmadığı için, hani ola ki mahkeme sürecinde ölür kalırsam, Allah’ın huzuruna gitmeden bilinsin diye isterim ki, ben bana emniyette ve savcılıkta gösterilen evrakları ilk kez gördüm, Batı Çalışma Grubunda (BÇG) hiçbir zaman görev almadım, BÇG toplantılarına gitmedim, BÇG giriş kartım diye bir kartım hiç olmadı... Ne asker ne sivil hiç kimseyi inançlarından, ibadetinden ya da giyim kuşamından dolayı fişlemedim, fişlenmesi için ona buna gidip bilgi vermedim. Zaten beni tanıyanlar, inançlar konusundaki düşüncelerimi bilenler o tür işler yapmayacağımı bilir.
Dedim ya sevgili arkadaşlar, bunları konuşmak bile bana zül geliyor. Yukarıdaki satırları da, hani ölüm var kalım var, ola ki içinizde bir şüphe olmuştur diye paylaşıyorum. Yoksa mahkemeymiş, yargılamaymış... İster suçlu bulsunlar ister aklasınlar, zerre kadar umurumda değil!
Şimdi, haksızlıklara kurban gitmenin moralimi bozmuş olduğunu düşünebilirsiniz. Heey, kesinlikle yaşadığım durumu da zerre kadar dert etmiyorum (...) ben dert edeceğime suçsuz insanları bu duruma düşüren dert etsin, “mazlumun ahı” edebiyatıyla milletin karşısında nutuk çekenler yarattıkları mazlumlardan dolayı tasalansınlar, kendi hallerine üzülsünler, hatta korksunlar...(Yok, benden değil, o çok inandığım ilahi adaletten! ...)
(...)
Kılı kıpırdamadan masum insanların içeri tıkıldığı bu dönemin sorumlularına kızmak hiç içimden gelmiyor. Aksine, kendi halimden çok onların durumuna üzülüyorum. Bu süreçte çok mazlumlar yarattılar. Üstelik bunu adalet adına yaptılar. Kendini topluma dini bütün diye gösteren, her konuşmasına “Cenab-ı Allah” diye başlayan insanların sözlerinde ve inançlarında ne kadar samimiyetsiz olduklarını, kendi bireysel ve siyasi çıkarlarını nasıl o yüce Kur-an ayetlerinin önüne geçirip adaleti yerle bir ettiklerini görerek üzülüyorum. Çok yazık! İslam adına İslam’a zarar veriyorlar.
Paşa paşa yatıyoruz
Biliyorum ki bir sürü insan burada oluşumu (zu) içine sindiremiyor ve benim (bizim) için üzülüyor, hatta gözyaşı döküyor. İşte onların üzüldüğünü bilmek beni daha çok üzüyor. Bu noktada demek istemem şu ki, lütfen sizler de benim için üzülmeyin. Gerçekten moralim, neşem çok iyi. Hiçbir sıkıntımız yok. Bir sürü paşa ile burada paşa paşa yatıyoruz. Üç kişilik koğuşumuzda gayet uyumlu bir “trio” ile spor yapıyor, kitap okuyor, yazıp çiziyoruz. Yemeklerimiz gayet güzel çıkıyor. Evet, kısıtlamalar var tabii, ama buranın “yüksek güvenlikli” bir cezaevi olduğunu göz önünde bulundurup idare ediyoruz.
Dua ve mektup yollayın
Birincisi, en büyük ihtiyacımız dualarınız! Lütfen dualarınızı eksik etmeyin! İkincisi, mektuplar... Böyle kapalı yerlerde insanın dostlarından mektup/haber alması çok keyifli imiş. Lütfen mektuplarınız da eksik etmeyin! Hatta eş-dost ve tanıdıklarınıza da adresimi verin, belki yazmak isteyen olabilir. Ha, ama yazdığınız mektuplara mutlaka yanıt almayı beklemeyin; dualarınız da mektuplarınız da karşılık beklemeksizin olsun! Yanıt gelmese de siz yazmaya devam edin! (Çok adil bir istek olmadı galiba, ama unutmayın zaten burada oluşum da - bence- adil
değil...)
Hepinizi sevgi ve saygı ile kucaklıyorum. Tekrar ne zaman görüşürüz bilmem ama inşallah er ya da geç görüşürüz...”
Sokrates bugün hâlâ dipdiri; ama onu ihbar eden, Meletos, Anytos, Lycon’un veya onu yargılayan hâkimlerin
isimlerini kaç kişi hatırlar?
Uğur Tarhan
+++
Milli Savunma
Suçunun Cezası:
BALYOZ
Bu mektup da Balyoz davası kapsamında tutuklu bulunan elektronik ve atom mühendisliği hocası Dr. Faruk Yarman’ın kardeşi Prof.Dr. Tolga Yarman’dan Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat’a:
“Dava iddianamesine göre kardeşim Faruk’a yöneltilen suça ilişkin yegâne bulgu: Bilinmeyen bir yerde denize bırakıldıktan sonra Beşiktaş iskelesi yakınlarında ortaya çıkan bir gazoz şişesinin içine tıkılmış bir pusuladır!
Üstünde tam olarak ‘Faruk Yarman hükümeti cebren düşürmeye teşebbüs etmiştir’ ifadesinin bile yer almayıp, teşebbüsün ‘ima’ yoluyla ihbar edildiği pusulanın tıkıldığı gazoz şişesi, denizden çıkarılıp yetkililerin eline geçer geçmez gereği yapılarak, HAVELSAN Genel Müdürü tutuklanmıştır...
***
Faruk Yarman, Balyoz davasında yargılanan tek sivil. İddiaya göre başarısız darbenin beceriksiz asker sanıkları, bir sivil ona güvenmiş, yine iddiaya göre darbeden sonraki yapılanmada, kendisini ‘Milli savunma sanayisini koordine etmek’le görevlendirmeyi planlamışlar. Yani Faruk, ‘hükümeti cebren devirmeye teşebbüs’ten yargılanırken, darbeye doğrudan iştirakle bile değil, sonrasının ‘savunma sanayi genel koordinatörü’ olmak olasılığıyla suçlanıyor.
Oysa Faruk Yarman, tutuklandığı sırada zaten Türk Savunma Sanayii’nin belli başlı iki kurumundan birinin, koskoca HAVELSAN’ın başında. Türk Savunma Sanayii’ni yasanın kendisine verdiği görevle, zaten bir biçimde koordine ediyor. Şu mantıksızlığa bakın ki, zaten sürdürmekte olduğu görevi, darbe olursa üstlenmek gibi, abesin abesi bir yakıştırmayla suçlanıyor.
***
Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla ABD’nin 1 numaralı üniversitesi, Massachusetts Institute of Technology’de atom mühendisliği alanında doktora yapmış, milli kere milli, bir çırpıda sayılamayacak kadar çok esere imza atmış ve bu çerçevede yabancı şer odaklarını belli ki pek rahatsız etmiş HAVELSAN’ın efsane genel müdürü, biricik kardeşim Faruk Yarman’ın gerçek suçu şudur: Seçkin maiyetinin eşsiz bir orkestra şefi olarak HAVELSAN’ı pek çok ürününü ihraç edebildiği kapasiteye taşımak!
Geçen çarşamba kendisini ziyarete gittiğim 5 No’lu Silivri Cezaevi’nde tekrar sordum :
- Tutuklandığın sırada HAVELSAN’ın cirosu neydi Faruk, ve şimdi ne?
- 300 milyon dolardan fazlaydı, ağabey... Bu yılı ben şekillendirdiğim için şükür yine bu tutara yakın. Ama önümüzdeki yıl, 10 milyona düşüyor!
***
Ey papatya falı bakarak, milli kere milli, dürüst ve güzel insanlarımızı suç tasniine boğan, haşre kadar yanacak, oyuncak civanlar! Şimdi bir düşünün bakalım... Milli Savunma Sanayimizin kahramanı Faruk Yarman niçin tutuklandı, o çakı gibi general, bu kahraman subay, şu bıçkın fidan gibi teğmenin başına vurulan balyoz, aslında neyi unufak ediyor? Milli Savunma Sanayimizi, köküne kadar milli bilişim sektörümüzü
değil mi?
Yargıçların gerçekleri er geç göreceklerine yürekten inanıyorum, inanmak istiyorum.” *
+++
Başbakan’a 11’inci açık mektup
Başka Tanrı’nın çocukları mıyız!
Sayın Başbakan, Silivri’de yürümekte olan davalarla ilgili 5 Ağustos Pazar günü yaptığınız değerlendirmelerle pek çok konuyu yeniden gündeme taşıdınız.
Yargı bağımsızlığına, hukuka, adalete değinirken sık sık yaşadığınız deneyimden de örnek veriyorsunuz.
5 Ağustos’ta da öyle yaptınız; şöyle
dediniz:
“Ben Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan, ders kitaplarına girmiş bir şiiri okuduğum için hapis yattım.”
Ardından eklediniz:
“Suçum neydi bilmiyorum.”
O an kendimden şüphe ettim. Acaba bir Silivri sanığı mı dinliyordum?
Siz, 12 Aralık 1997’de Siirt’teki açık hava toplantısında Ziya Gökalp’in şiirini okudunuz. Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM), yani bugünün özel yetkili mahkemesi (ÖYM) size “halkı din ve ırk farklılığı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçundan 10 ay hapis cezası verdi. 24 Eylül 1998’de karar Yargıtay’ca onaylandı.
Bütün yargılama bir yıldan az sürdü.
10 ay hapsin karşılığı da 4 aydı. Yatış koşullarınızı önceki mektuplarda yazmıştım.
Başbuğ’un avukatını da geçtiniz
Sayın Başbakan,
Yıllardır o 4 ayın acısını her fırsatta dile getirmektesiniz.
Ya bugün, sizin başbakanlığınız döneminde 4 yıldır tutuklu olarak yargılanmakta olanlar?
Onlar başka Tanrı’nın çocukları mı?
Konuşmanızda eski Genelkurmay başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanmasından duyduğunuz rahatsızlığı açıkça dile getirmekle kalmadınız, Başbuğ’la ilgili iddiaları da yorumladınız.
Aynen şöyle dediniz:
“Suçlamalar insafsız, çirkin!”
Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer bile iddianameyi eleştirirken bu kadar ileri gitmedi.
Yani Başbuğ’un avukatını da geçtiniz!
Aklıma ilk gelen saptama olarak, siz bu davanın savcısıydınız, avukatı mı oldunuz, demeyeceğim. Sadece şunu anımsatmakla yetineceğim:
Başbuğ, varlığı iddia edilen “Ergenekon terör örgütünün” yöneticisi olmakla suçlanıyor. Ben ve pek çok kişi de üyesi olmakla suçlanıyoruz.
ÖYM’ler sizi tanımıyor
Sayın Başbakan,
Konuşmanızda TSK mensuplarının tutuksuz yargılanmasından yana olduğunuzu söylediniz. NATO’da görevliyken çağrıldığı için Türkiye’ye dönme inceliği gösteren, mahkeme karşısına çıkarılınca da “yurtdışına kaçma şüphesiyle” tutuklanan subay örneğini verdiniz.
Bu duruşunuz, özel yetkili mahkemeleri hedef aldığınızı, hatta tanımadığınızı gösteriyor. Zaten 3. yargı paketiyle onları fiilen tasfiye ettiniz. Ancak onlar da sizi tanımıyor Sayın Başbakan! Meclis’ten çıkan 3. yargı paketinin tutukluluğa ilişkin bölümlerini uygulamama kararı aldılar.
Siz bu mahkemeler için, “Devlet içinde devlet oldular” dediniz. MİT müsteşarınızı onlara teslim etmediniz. Eski Genelkurmay başkanınızı verdiniz, alamıyorsunuz!
Bu mahkemeler, ellerindeki davaları bitirecekler ve tasfiye olacaklar. Böyle bir tabloda, o davaların tutuklu sanıkları “Hukuka güveniyoruz” diyebilir mi? Başbakan olarak sizin güvenmediğiniz mahkemelere biz nasıl güvenelim?
Özel yetkili mahkemeleri, ellerine geçirdikleri sanıklarla baş başa bırakıp kenara
çekildiniz.
“Üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne geçtik” dediğiniz durum buysa...
Ben de yeni anayasayım.
Kaygılarımla.
Mustafa Balbay Cumhuriyet