Hanutçular sussun bari...

Devran dönmeye görsün bir kere...
“Özel yetkili” olduğu günlerde, hakkındaki beş yüz şikayetle rekora koşmasına rağmen, Zekeriya Öz aleyhine tek bir satır eleştiri kaleme alamayanlar, günlerdir manşetten saldırıyorlar.
Öz’ün, ailesiyle çıktığı “Dubai tatili”ndeki masraflarının, 17 Aralık’ta başlayan “yolsuzluk-rüşvet-kara para” soruşturmasında gözaltına alınan Ali Ağaoğlu’nun şirketince karşılandığı haberinden sonra, köşesinde “etikçi manifesto” yayınlamayan köşe yazarı kalmadı neredeyse.
Haber doğruysa, bir devlet memurunun -hele ki temsil ettiği makam adalet mekanizmasının temel unsurlarından biriyse, hele ki her daim bağımsız kalması gereken yargı sistemine mensupsa- böyle bir “hediye”yi, “jest”i kabul etmesinin etik olup olmadığını tartışmak bile abes; elbette etik değil, elbette haber, elbette eleştirel dille sunulacak bir haber de;
1. “Dubai”den önce yüzlerce milliyetperver insana kestiği “Silivri bileti” nin faturasını bir inceleseydiniz keşke! Usulsüzlük var mı-yok mu, kul hakkı yenmiş mi yenmemiş mi, devlet-millet zarara uğratılmış mı-uğratılmamış mı; keşke önce bunların peşine düşseydiniz. Kim bilir, belki Dubai’de bedava ağırlanacak kadar “forsu” bile olmazdı o zaman “gazeteciliğiniz” sayesinde!
2. Özellikle konuya dair yorum yapan köşe yazarlarının “sütten çıkma ak kaşıklar diyarından bildiriyorum” tavrı fazla sırıtmıyor mu sizce de?
Her kim ki “gayrikanuni, gayriahlaki akçeli ilişkiler” içine girmişse; iğneleyin, elinizden geleni ardınıza koymayın, eyvallah! Ama “çuvaldız” nerede?
Taşlayın, ama ilk taşı en günahsız olanınız atsın!
Adı “hanutçu”ya çıkan, “uçağına bindiğinin”, “yemeğini yediğinin” borusunu çalan bir medya yapılanmasının, böyle,
“yüksek ilkeler” üzerinde tay tay durarak yazmasıyla olmaz!
Bu ikiyüzlülükle yüzleşmek için altın fırsattı; ve fakat “evlat” derdi, “koltuk” derdi derken Zafer Çağlayan kullanamadı.
Halbuki yapacaktı bir basın toplantısı;
“Evet ben, oğlum, bakan arkadaşlarım, bürokratlarım vs. -her neyse, her kimse- bu haltı yedik, beni mahkemeler yargılasın, seçmen yargısalın da; Sana ne oluyor Ahmet, benim 700 bin liralık saat hediyesini kabul ettim evet de Pensilvanya’dan kolunda “altın saat”le dönen de sen değil miydin? Sana ne oluyor Mehmet, “Türkiye’de takmaya korkuyorum” dediğin o çok değerli kol saatini neden, neyin karşılığında kabul ettin? Sana ne oluyor Ayşe, Katar Emiri’nin İsviçre yapımı Jean Deve’sini -bazı meslektaşların iade etti- sen niye geri vermedin?” diye sorup, medyaya dönük bir yolsuzluk-rüşvet-kara haber aklama operasyonunun fitilini yakacaktı!
Bu vesileyle belki siyasetteki “arınma” medyaya da “sıçrar”,
her gün bir yenisi patlak veren skandallar; sırf yayınlandıkları gazetelerin logosu, yazan muhabirlerin, yorumlayan yazarların adı yüzünden “fıkra” gibi algılanmaz; ciddiye alınırdı!

İkisi bir arada olmuyor mu; “af”sız ve “sanık”laştırmadan

Özel Yetkili Mahkemelerin 5 Temmuz 2002’den sonraki bütün yargılamalarını, dolayısıyla da hükümlerini geçersiz kılan ve hepsi için “yeniden yargılama” yolu açan bir teklifte bulunan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının “sanıklar lehine bozma” talebi ile dosyanın Ceza Genel Kurulu’na götürmesini öneren Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu arasındaki “hukuki polemik” devam ediyor. İki tarafı da pür dikkat izliyorum, dinliyorum, okuyorum. Yine de cevapsız kalıyor bazı sorularım:
Bu davaların “kumpas” olduğu, mahallenin sütçüsü tarafından değil, Başbakan “adına” konuştuğunu/yazdığını sağır sultanın bildiği Başdanışman tarafından itiraf edildi.
Bu “davalar” görüş birliğine varıldığı üzere “çöktüyse” yeniden yargılama niye?
Çok “hukuk fakiri” bir soru olduğunun, işi kitabına uydurmak gerektiğinin farkındayım da yine susmuyor işte vicdanım:
Bir davanın “kumpas” olması demek, -hukuken nasıl formüle edilir bilmem ama- akıl-mantık ve vicdanen bende “yargılama safhası”ndan önce “soruşturma” aşamasının “hileli” olduğu algısı yaratıyor. “Kumpas” itirafının bendeki karşılığı “Yargılama böyle yapılmamalıydı” değil, “Bu davalar açılmamalıydı” .
Bu dava bir “kumpas” ise, “hile” ile açıldıysa, yeniden yargılamaların “adil” yapılacağı garanti edilse bile asıl çözülmesi gereken soru/sorunun “Bu insanların yargılanmasına gerek var mı” olması gerekmez mi?
Bir “kumpas” sonucu cezaevine atılan zaten yıllarını, zaten sağlıklarını, zaten mesleki geleceklerini kaybeden bu insanlar yeniden adil ve tutuksuz bir şekilde dahi olsa niye, hangi suçtan yargılanacaklar? Yeniden yargılama yapmak demek, o iddianamenin kabulü ile açılan davayı meşrulaştırmak demek değil mi?
Çok mu ütopik;
Tarihe “utanç” olarak geçecek bu dönemi, sadece “kumpasçıları” adalet önüne çıkarıp, Türkiye Cumhuriyeti ordusunu, rektörleri, gazetecileri, yazarları, hukukçuları “af”sız ama yeniden “en ağır ceza” saydıkları suçlamalarla “sanık” haline de getirmeden haklarına kavuşturarak sonlandırmanın bir “mucize formülü” yok mu?

Yazarın Diğer Yazıları