Günesin tutulduğu yer...

18 Şubat Cuma sabahı, saat 06.00, Silivri’deyiz. Güneşin hala neden doğmadığını sorguluyoruz. Halbuki ’güneş’in tutulduğu yerde...
Sanıkların spor salonundan bozma duruşma salonuna gelmeleriyle salonda bir heyecan, bir hareketlenme alıp başını gidiyor.
Balbay ellerini havaya kaldırıp bir yumuyor-bir açıyor. Açılıp kapatılan far misali ışık saçıyor.
Taleplerin alınma günü... Söz alan tutuklu sanıklarından Albay Cengiz Köylü, bir haftadır uyuyamadığını, kahrolduğunu ifade ederek, “Allahım ne olur canımı al diyorum. Ne bu zulüm. Bir ülke kendi kahramanlarını, gazilerini, ’ülkem ve bayrağım için canım feda olsun’diyen subaylarını, komutanlarını, komployla zindana atar mı? Hukuka saygı perdesi altında haksız yere buna müsaade eder mi?” diyor. Albay sözlerini şu şekilde tamamlıyor: “Bugün Hasdal’da sembolik olarak 3 günlük açlık grevine başlayan silah arkadaşım Albay Mustafa Önsel’i yalnız bırakmamak ve onun gibi bu hukuksuzluğu, zalimliği kınamak için ben de 3 günlük açlık grevine başlıyorum. Bu hukuksuzlukla sonuna kadar mücadele edeceğim. Bu haksızlığa ve komployu Türk milletine ve adaletine anlatmazsam şehit Yarbay Ali Tatar’ın onurlu yolunu izleyeceğim.” (Yarbay Ali Tatar’ın yolu mu??! İntihar mı? Çok fena...)

Yıkılan vicdandır
Ardından söz alan Teğmen Mehmet Ali Çelebi; yarım saatlik harika bir slayt gösterimiyle hakkındaki tüm iddiaları çürütüyor, hepsi de belgeli, orta zekalı makul her vatandaşın anlayacağı türden; ama görünen o ki, yine de anlatamıyor! Teğmenin savunması o kadar etkileyici ki, kendini tutamayan izleyicilerden bir alkış kopuyor. Hem diğer izleyicilerin, hem mahkeme başkanının uyarısına karşın teğmenin kuzeninin “Bizi de alın oraya” sözleri, mahkeme başkanı tarafından dışarı çıkarılmasına neden oluyor...
Ardından sesi titreyerek Tuncay Özkan kürsüye yaklaşıyor, teğmenin konuşmasından çok etkilendiğini anlatarak “Nasıl yıkılmadı bu bina? Gözyaşlarımı tutamadım. Böyle bir dava yürütülürken masumiyet böyle nasıl yargılanır? Yıkılan şey vicdanlardır” diyor.
“Ben gazeteci olarak sırtımı Anadolu’ya dayadım” diyen Balbay, “AKP iktidara geldiğinde ben de döneme göre tavır takınmasını bilirdim ama yapmadım. AKP’nin birinci yılında başkentte yalnızdım. Doğruları yazmaya mecburdum. Hablemitoğlu öldürüldüğünde ’Başıma bir şey gelmeden kızım beni tanıyacak kadar büyüsün’diye dua ettim. Beni terörist yapacaklarını hiç düşünemedim” diyor.

Bir tiyatro sahnesi
O gün Balbay’ı yalnız bırakmayanlar arasında Şükran Soner, Ümit Zileli, Yıldız Kenter ve Esin Afşar da vardı. Yıldız Kenter’in Balbay’ın kendisine mücadelesinde yanında olduğu için ne kadar onur duyduğunu her söylediğinde nasıl bir ana oğluna sarılırmışçasına sarıldığını sanırım unutamayacağım. Orada olamayan herkes adına da onurlu ve yürekli duruşu için Yıldız Kenter’e teşekkür edip elini öptüm.
Kenter’in oraya geliş nedeni kanımca tiyatro sevdasını geliştirmektir; çünkü Yıldız Kenter’in dahi oynayamayacağı bir tür tiyatro sergilenen spor salonunda (tiyatro var, spor var; ama hukuk yok, ne İRONİK değil mi!) Balbay en son Ankara’ya dönerken Dorukkaya’da mola verip onun için bir çay içmemizi istemekte. Sabah 4’te bu isteğini yerine getiriyoruz, bir yandan gözümüz buz tutmuş gölette uzaklara dalarak; diğer yandan ise yüreklerimiz dayanışmanın burkulmuş hissiyle sıcacık...

Siz de tanıklık edin
Uzattığımın farkındayım, amacım sadece bu mesajı okuyanların içinde eğer hala Silivri’ye hiç uğramamış; ama yüreğinde bir adalet boşluğu olanlar varsa mutlaka işinden, okulundan, evinden bir gün izin alıp bu yaşamsal kesite tanık olmasıdır. Belki inanmayacaksınız; ama orada gördükleri her yeni yüz sanıkların, özellikle Balbay’ın özgürlüğünü genişletmekte, on(lar)a yeni bir daha soluk katmaktadır. İlgilenenler için duruşmalar bu hafta da devam ediyor...
Murat Vehbi

+++

Tarihin
diyalektiğini
ıskalamamalı

Türkiye’nin tabi tutulduğu değişim-dönüşüm operasyonunun paragraf başlıklarına kısaca göz atalım: Ulus devlet niteliğinin çözülmesi, siyasi coğrafyanın küçülmesi, millet bilincinin dağıtılıp etnik ve mezhepsel kompartımanlara bölünme, geleceğe yönelik ortak hedeflerden vazgeçilerek özgür ülkenin yurttaşlığından amaçsız sürüye dönüşümün
tamamlanması.
(...)
Tarih bize devletlerin güç katsayısının sahip bulundukları ekonomileri olduğunu göstermektedir. Ekonomik olarak komşularından üstün olanın siyasal, askeri gücünün de yüksek olması doğaldır. Ekonomik üstünlüğü sağlayıp çekim merkezi olan, diğerlerinin ekonomik gelişmesini engelleyip kendisine rakip olmalarının da önünü kesmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının ekonomik bağımsızlığı siyasal bağımsızlığın öncülü saymaları üzerinde düşünülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ekonomiye dayalı, bağımsız bir güç olması halinde ulus devlet olarak bu coğrafyada yaşayabileceğini Osmanlı çöküşünün acı deneyimlerinden öğrenmişlerdi. Bürokrasinin, ordunun milli olabilmesinin temel şartının ülke ekonomisinin milli olmasından geçtiğini yaşanan trajedilerden çıkarmışlardı.
Sorulması gereken ekonomisi milli olmaktan çıkarılmış, büyük sermayesi uluslar arası sermayeye eklemlenmiş bir Türkiye’nin milli devlet olarak yaşamasının mümkün olup olamayacağıdır. Bir başka söylemle milli ekonomiyi gayrımilliye dönüştüren dinamiklerin ordunun, yargının, bürokrasinin milli çizgide kalmasına izin verip vermeyecekleridir!
Oyun son derece açık oynandığı halde anlaşılamaması şaşırtıcıdır: Kopan gürültü, yaşanan postmodern kargaşa ve karmaşa, ekonomik olarak teslim alınan bir ülkenin milli kalmakta direnen bürokrasisinin, ordusunun acımasızca tasfiyesidir. Ulus devletten arta kalan milli tortuların ortalıktan kaldırılması, adeta
süpürülmesidir.
Tasfiye programının ulus ötesi karar mercileri ulus devletin, ulusal ekonominin infazını milli dirençle karşılaşmadan sonuçlandıracak psikokültürel sihirli reçete arayışındadırlar. Halkın derin bilinçaltında yaşattığı kolektif duyarlılığını köreltip, milli kimliğe, kültüre dönüşüp ulus bilinciyle harmanlanan din algısının yok edilmesini bu nedenle zorunlu görmektedirler. Halkın milli kimliğe dönüştürüp içselleştirdiği din algısı emperyalizmin güdümündeki kimi cemaat önderlerinin kitleleri köleleştiren kayıtsız şartsız itaat reçeteleriyle değiştirilmek istenmektedir.
(...)
Ülkenin ve ulusun varlığının teminatı ordu algısını ulusun ve ülkenin gereksiz yükü algısına dönüştürünceye kadar aralıksız sürdürüleceği anlaşılan operasyonun ulus ötesi karar merkezleri Türkiye ayağındaki görevlilerini kuşkusuz ki dikkat ve takdirle izlemektedirler!
Hüseyin Özbek / İstanbul Barosu Genel Sekreteri

+++

KPSS yıkıntıları
altında can veriyoruz

Çalmadığımız kapı kalmadı, denemediğimiz yol... Garip bir ısrar var, korkunç bir inat sesimizi duymamaya dair... KPSS yıkıntıları altında can vermiş 21 öğretmen arkadaşımıza rağmen, bize rağmen, öğretmensiz öğrencilerimize rağmen...
Ülkesine küskün bir nesil, ilk meyvelerini çoktan vermeye başladı... Oysa biz üstümüze düşen görevi yerine getirdik:
Okuyup öğretmen olduk, bu ülkeye yararlı birer elvat olmak uğruna yıllarca dirsek çürüttük... Bu mudur karşılığı? Siz neden evlatlarınıza sahip çıkmıyorsunuz?Bizi neden kimsesiz, öylece sahipsiz bırakıyorsunuz?Hırsız, arsız, yolsuz olmayı seçmedik ama yanlış yoldaymışız bunca zaman, bunca kişi. Cezalandırılıyoruz doğru yolu seçtiğimiz için...
Biz gururla, onurla bu yola baş koymuşken koca bir hiç yerine konulmuş olmanın ağırlığı altında eziliyoruz artık...
Nerelere gidelim, nasıl edelim de şu küskün yüreğimize bir deva bulalım...
Küskünüz evet, kalmadı güvenimiz bu ülkeye. Bizler nasıl inanmadığımız bir şeye o küçücük yürekleri inandıracağız, nasıl?
ATAM; Yeni nesil hırsızların eseri olacak artık, korkuyorum...
Gözlerim dolu dolu yazıyorum bu satırları ,gücümün kesildiğini, nefesimin kesildiğini hissediyorum bazen... Ne zormuş insanın gücünün yetmemesi, haksız ama güçlü olana....
Gücümün yettiği tek şey var artık;
HAKKIMI HELAL ETMİYORUM SİZLERE !!!
Seda Altınsoy

+++

Kınalı
kuzular

Yukarıdaki yazıyı, konumuzun başlığı olarak koyarken;
İnan ki ağlamadım.
Hüzünlüyüm sadece,
Gözlerimden akar seller
Yağar böyle her gece...
Demek zorunda kaldığımı söylersem yalan olmaz. Doğum tarihlerine göre düzenlenmiş yeni tertip askerler birliklerine teslim olmak için yola çıkarlar.
İçimde esen fırtına, tozu dumana katmaya başlar.
Tek bedduam, siyasi rant uğruna Anadolu topraklarını Yemen’e dönüştürenleredir.
Mehmet Köylüoğlu / Antalya

+++

İşte Arınç’ın Şivan’ı!
Bu Marksist türkücü önceleri PKK’nin silahlı mücadelesine destek vermiş sonra ise Barzani’ye yamanmıştır. Sayın Arınç istediği kadar Şivan’ın Türkiye’ye olan hasretinden bahsetsin, ağdalı cümlelerle onu şirin göstermeye çalışsın, “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”.
İşte Arınç’ın vatan hasreti çeken bir mazlum olarak göstermeye çalıştığı Şivan’ın sözleri:
“Kürtler bugün her tarafta direniş içindedir. Bu direnişin baş mimarlarından gerillayı selamlıyorum!”
“Daha düne kadar bizi inkar ettiler, çocuklarımızın kollarını kırdılar. Ve bizi öldürdüler. Kürtler’in önderi Abdullah Öcalan’nı zindana attılar...”
Av.Selahattin Sekban-Trabzon

+++

‘Zafer’e çağrı
Kardeşim Zafer... Can yoldaşım...
Hatırlıyor musun? Ülkenden en son Lozan dönüşü ayrılmıştın...
Zaten 1938’den bu yana mektubu da kesmiştin... O zamandan bu yana Vietnam’da Küba’da ve en son Latin ülkelerinde dolaştığını işittim...
...
Kardeşim Zafer... Can yoldaşım...
Bu mektubu sana sadece özlemimden değil, ayrıca bir rahatsızlığımı bilmen için gönderiyorum...
Asıl konuya geçmeden önce bu mektubu binlerce postacıyla gönderdiğimi bilesin... Çünkü benim gönderdiğim mektubu birkaç postacı sana yetiştiremeyebiliyor...
Postacı deyince hemen Sakarya aklına gelmiştir... Haklısın, gelmen için o zaman da yüz binlerce postacı hem de kağnılarıyla seferber olmuşlardı...
Bu vesileyle paylaştığımız bir anımızı da hatırlamış olduk... Kardeşim Zafer, can yoldaşım, asıl rahatsızlığıma gelince, belki garipseyeceksin ama burada senin acayip kopyaların var... Liberal zafer-ılımlı zafer-BOP zafer-AB zafer... Daha birçok zafer var ama ne yazık ki benim Milli Zafer’im yok...
Can yoldaşım, rahatsızlığımı anlayacağını umuyor ve bir an önce gelmeni istiyorum...
Gönderen: Ana ocağın Türkiye...
Vedat Kılıç

+++

Çam dibinde mi yatmışlar
TCDD’nin her ay yayınlanmakta olan “Raillife” dergisinin Şubat sayısında “Trenden Kaçan Oğlan” adlı bir yazı yayımlandı. Yazı da “Erzurum’dan Artist olma hevesiyle İstanbul’a gelen kızların çam dibine yatırıldıktan sonra geri döndükleri” gibi seviyesiz bir ifadeye yer verildi. Şimdi sizin de aracılığınızla soruyorum. Bu yazıyı kaleme alanlar bulundukları mevkiilere çam dibine yatarak mı gelmişler ki; bu ifadelere hem de bir devlet dergisinde bu kadar kolay yer verebiliyorlar?
Muhsin Öztürk

Yazarın Diğer Yazıları