İşte Zafer Arapkirli''nin Günboyu''ndaki o yazısı:
Futbolda, ne zaman Türkiye ve Ermenistan’ın isimleri yan yana gelse, 14 Ekim 2009 tarihini hatırlarım. İki ülke arasında, bana o gün de bugün de hiç samimi gelmeyen, zorlama bir “yakınlaşma - yumuşama – açılım” dönemiydi.
Zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakanı Tayyip Erdoğan öncülüğünde pompalanan ve İsviçre’de imzalanmış yapay protokollerin gazı ile bir “dostluk iklimi” oluşturulmaya çalışılmıştı. Zaman zaman başka ülkelerle de aramızda “Bir ileri bir geri” mantığı ile, ama yabancı güçlerin “ittirip kaktırması” ile yapıldığı fena halde “sırıtan” bu yakınlaşmaların “futbol diplomasisi” denilen şeyle de süslenmesi için düğmeye basılmıştı.
O günlerde Dünya Kupası elemeleri kapsamında hem Bursa’daki hem de Erivan’daki maçları her iki ülke cumhurbaşkanları birlikte izlemişlerdi.
Bursa’daki maçı, o zaman çalıştığım TV kanalının muhabiri olarak, sabahtan akşama kadar stattan ve şehirden canlı yayınlar yaparak izlemiştim.
O günün en unutamadığım olayı, sonra maalesef vahşice yıkılan Bursa Atatürk Stadı’nın kapısına, ellerinde Azerbaycan bayrakları ile gelen seyircilerin itilip kakılması, stada ancak “bayrakları kapıda bırakarak girebileceklerinin” söylenmesi ve o bayrakların çöpe atılmasıydı.
Gelenler Türkiye vatandaşı da olsa, Azerbaycan Türkleri de olsa, o geceyi ömürleri boyunca unutamadıklarına eminim.
Yeni “Zoraki dostlarımız” Ermenileri incitmemek, rahatsız etmemek adına, ağzımızı her açtığımızda yaptığımız “İki Devlet Tek Millet” muhabbetini de ayaklar altına ve hatta çöpe atmıştık o gece.
Bir ayıp da, konuk takımın yani Ermenistan’ın milli marşını yuhalamak olmuştu. Yani, Ermenistan ile “dostluk ve yumuşama” lafta kalmıştı.
Sonrasında yaşananlar malûm. Aradan geçen yıllarda, dış politikada hemen her ülke ile yaşadığımız inişler çıkışlar, dönüşler ve kim bilir kaçıncı kez yaptığımız “u dönüşler” sonucunda, Ermenistan ile geldiğimiz nokta da ortada. O günlerde yani 2009’da imzalanan protokoller bir türlü onaylanıp hayata geçememişti.
Zaten Azerbaycan – Ermenistan savaşında aldığımız tutum, haliyle toprakları işgal altındaki Azerbaycanlı kardeşlerimizle dayanışmamız, “yumuşamayı ve futbol diplomasisini” kim bilir hangi başka bahara bıraktı.
Dün Erivan’da oynanan maçı izlerken, tribünlerde Ermeni halkının bizimkileri sürekli yuhalamasını da dinlerken, 13 sene önceye döndüm hep.
Dünkü maçtaki futbola gelirsek, FIFA sıralamasında 44’üncü sırada bulunan Türkiye ile 95’nci sıradaki Ermenistan arasında, siz bir belirgin (51 basamak) fark görebildiniz mi?
Ben göremedim.
Forvet hattına, ilk 11’de, hâlâ Enes ve Cenk’in “ötesinde” 2 oyuncu bulamıyorsa, Stefan Kuntz’un “sıkışmışlığına” hak vermemek mümkün mü? Hadi orada “sıkıştın” diyelim Stefan Hoca...
Peki Mannheim doğumlu Hakan Çalhanoğlu’nu bu takımda hâlâ oynatma ısrarı, “Alamancılık” dışında neyle izah edilebilir?
Kalede Mert Günok zaten Beşiktaş’taki performansı ile, anasının ak sütü gibi helal biçimde hak ettiği yerini doldurdu tabii ki.
Defansta Çağlar Söyüncü’nün yeri tabii ki tartışmasız.
Kerem Aktürkoğlu, attığı golde gösterdiği oyuncu zekasını ve vuruşta ustalığını konuşturdu.
Şimdi bana biri söyleyebilir mi? Gollerimiz haricinde sahada Ermenistan’ın “51 basamak üzerinde” bir takım görebildiniz mi?
Avrupa ve Dünya arenasında yapacak çok işimiz olduğu kesin.
2-1''lik skor, belki “Milli gururumuzu” okşamış olabilir.
Oyuncularımızı yuhalayan Ermeni seyircilere anlamlı bir cevap olmuş da sayabilirsiniz.
Ama Türk futbolunun içinde bulunduğu sıkıntıların ve teknik direktör Kuntz’un (belki de buna bağlı olarak) bir türlü aşamadığı o kronik “sıkışmışlığın” resmiydi dün geceki maç.
Futbol adına bir şey gördük mü maçta?
Kocaman bir hayır.
Sırada bir önceki Dünya Kupası (2018) finalisti Hırvatistan var.
Allah yardımcımız olsun.
İlgili Haberler