“Gübre”den “kelle”ye...
Madem her fırsatta ülkemizin “1918 şartlarında” olduğundan dem vuruyoruz, madem dilimizden Damat Ferit’i, Ali Kemal’i düşürmüyoruz, madem -şimdilik- “tehlike” yi fark ettirmek üzere kullanabileceğimiz en somut “delil”imiz, “bugün”lerin “o günleri” çağrıştıran gelişmeleri; öyleyse “aynı teslimiyetçi zihniyet” deyip geçiştiremeyiz.
Değil mi ki kalem bizim elimizde, ama üç kişiye, ama beş kişiye; ulaşabildiğimize anlatmakla görevliyiz:
“O gün” ile “bugün”ü benzer kılan ne?
Aksi halde bütün bu uyarılar, “uyandırmaya” dönük çabalar, “endişeli milliyetçiler”yaftalı “marjinal” bir grubun “bildik” hezeyanları olarak çizik yiyecek zihinlerde!
***
Neredeyse hiç değinmediğimiz, oysa “bugün” ile hayli paralel giden bir algı operasyonu yürütülüyor “o gün” de.
1.Dünya Savaşı’ndan henüz çıkmış, “kendisinin olmayan bir savaş” ta inim inim inletilmiş, ezilmiş, yorgun ve bezgin bir toplumun fikriyatına “savaş karşıtı”, “barışçıl” söylemlerle yeni bir şekil veriliyor:
- Askeri devletler iflas etti!
- Osmanlı, “masa” da uzlaşmak varken artık bırakmalı bu “militarizmi” !
Mehmet Altan makalesinden değil “Askerliğin iflas ettiğini” savunan İçtihad’da, 1918 yılında yazılanlardan çıkardım aşağıdaki başlıkları; “argümanları” son 10 yıldır kullanılanlarla neredeyse birebir aynı:
- Savaş “insan zaiyatı” ndan başka işe yaramadı
- Silaha (orduya) harcanan para kazmaya küreğe harcansa memleket ihya olurdu
H H H
Bakın nasıl tarif ediyorlar “Osmanlı’nın çıkar yolu”nu:
“..Eğer Osmanlı namını biraz yükseltmek arzu ediyorsa (...) ” militarizm “ siyaseti katiyen bir tarafa atılmalıdır. Askerlikle devam etmek kabiliyetsizliğimiz bir defa daha tezahür edecek olursa artık bila şüphe elimizde hiçbir şey bırakmayacaklardır. Memleketi medenileştirmek en mühim vazifedir...
Bunun için şunlar yapılmalıdır:
Evvela, sulh görüşmeleri sırasında, silahların sınırlandırılması, devletlerarası anlaşmazlıkların halli ve buna benzer hususlar vesaire hakkında konulacak esaslar ne şekilde bulunursa bulunsun, uluslar arası durumumuzu anlaşmalara dayalı bir tarafsızlık suretiyle devam ettirmek istemeliyiz ve bunu devletlerden ısrarla istemeliyiz.
(...)
Bu suretle tasarruf edeceğimiz kuvvetleri memleketimizin terakki ve inkişafı yollarında sarf eylemeliyiz.
Zannımızca bizim için bundan başka kurtuluş çaresi yoktur.
(...)
Ordu çıkınca tasarruf edeceğimiz 6-7 milyon lirayı nafia, ziraat, maarif işlerine sarf ile refaha kavuşuruz. Bununla Osmanlı devleti bütün cihan medeniyetin takdirine mazhar olur ve bütün medeni milletler vaki olarak böyle bir teşebbüsü bila tereddüt alkışlarlar.”
***
Ah şu kendimizi “medeni milletlere alkışlatma” sevdamız!
***
Bugün milleti, “30 yıldır dinmeyen evlat acısı”nı kanırta kanırta “Silahlar sussun da nasıl susarsa sussun” noktasına sürüklemeye çalıştıkları gibi, o gün de askerimizin “hiç uğruna öldüğü hezimetler” olarak sunuyorlar “vatanı savunma mücadelesi”ni. İçini boşaltıyorlar; anlamsızlaştırıyorlar, değersizleştiriyorlar:
“Trablusgarp’ta ne adalet ne ümran hiçbir şey yapamadık, sekiz senede İtalyanlar yaptı. Süveyş kanalından 2.700.000 Osmanlı askeri geçmiş’85 1.500.000’i raşitlik, cılızlaşmış, düşkün halde avdet edebildi. Gerisi Yemen toprağına gübre oldu...”
Evrile evrile geldikleri yer;
“Gübre”den “kelle” !
***
Hani bugün “komutanlar”a reva görülene isyan edip de istifasını veriyor ya generaller; o gün de Mustafa Kemal “olmaz” diyor gidişe.
Sonra mı?
“Harbiye Nazırından ordu kumandanlarının şerefini korumasını istemenin” sonu:
Mahkeme!
***
“Orduya komuta edecek subay kalmadı” diye dertlendiği izlenimi veren Erdoğan döndürdü beni yine arşive...
Ne garip;
Sonradan Damat Ferit’in bakanı, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucusu olacak olan Ali Kemal de Mondros günlerinde dertlenmiş(!) benzer şekilde:
“Umarız hakkımız hukukumuz ayaklar altına alınmaz!”
***
Daha ironiği...
Bugün sırf “iktidar içindeki iktidarından olmamak” için, yarattığı canavarın yemi olmamak için, “usulsüzlükleri” bir bir tescillenen bu heyulanın altında kalmamak için, (ve İmralı’dan esen antipatiyi Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyuna talip olacağı milliyetperver insanlarda sempatiye dönüştürmek için) yani bir anlamda “can havliyle” orduya sığınan, “hak ve hukuku” hatırlayan kişiyle;
Hiçbir hak ve hukuk kitabında yeri olmayan bir “intikam” duygusuyla “Ülkenin başbakanı anma törenine gider de bir korgeneral ayağa kalmaz mı? Kalmadığı anda da bedelini öder. Zaten bedelini de ödedi.” diyenin,
“Bunlar niye yaşandı? Balyoz’da CD’leri filan biliyorsunuz. Buralardan çıkan karanlık tablolar var...” sözleriyle -bugün eleştirdiği- yargılamaya meşruiyet kazandırmaya kalkışanın aynı kişi oluşu gibi,
Kuvayı Milliyeciler ve Mustafa Kemal’in derdest edilmesi için onca emre imza atan Ali Kemal de, Büyük Taarruz’un başarılı olduğunu görünce “Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir” yazan Ali Kemal ile aynı kişiydi!Ama bu hazin sonu değiştirmedi!