Gordion düğümü...
Mondros Mütarekesi (Mondros Ateşkes Antlaşması) yapıldığı sıralarda, İstanbul’daki kimi aydınların dilinde bir ‘Manda’ sözcüğü dolaşıyordu. Bu Manda, bildiğimiz kara kıllı, iki tırnaklı o masum hayvan değil elbette. Manda, “Kendi kendini yönetemeyen bir milletin ülkesini, başka bir devletin yönetmesi” demekti. O yıllarda bu ‘Manda’ sevdasına kapılanlar pek çoktu. Özellikle ABD Mandası isteyenlerin sesi çok çıkıyordu. Bu durum, zayıf iradelerde etkili olan, adeta bir salgın beyin hastalığı gibiydi... Doğrusu, iyi niyetli insanlar da yakalanıyordu bu hastalığa... Mustafa Kemal Paşa, Sivas’ta bu ’hastalığı’kapmış olanlarla epey uğraştı. Sonunda, bildiğiniz gibi “Manda ve himaye kabul edilemez” sözleriyle taçlandı Kongre kararları...
Tanrı göstermesin, kabul edilseydi ne olurdu? Bu sorunun yanıtı çok açık; sonumuz Irak gibi, Suriye gibi olurdu! Bu sözümde hiç abartı yok. Şimdi bir düşünelim... İngiltere, gelişmiş bir ülke-devlet değil midir? O gelişmiş ülke, 1918’den 1930’a kadar Irak’ı yönetmedi mi? Yönetti... Sonuç? İngiliz petrol şirketleri gelişti; dolayısıyla İngiliz halkı zenginleşti. Irak olduğu yerde kaldı! Günümüzde ise bir başka emperyalistin silahlı tecavüzü sonucu bunalımlarla boğuşuyor...
Yine o yıllarda Fransa, Suriye’yi yönetti... Sonra da diktatoryal bir yönetime bıraktı ve çekti gitti... Bu İngiliz-Fransız ikilisi, sadece Irak ve Suriye’de değil, tüm Arap yarımadası ve Mısır’da uzun süre etkili oldular. Pekiyi, buraların halklarına gerek maddi ve gerekse çağdaş zihniyet açılımı bakımından ne gibi yararları oldu? Bir koca hiç! İşte o ‘Manda’ türü yönetimler; açıkçası ‘kitabına uydurulmuş sömürü yönetimi’ idi. Ve sadece egemen toplumları besliyordu!
Biz bugün bir Irak, Suriye, Mısır veya diğerleri gibi değilsek; önce Ulu Tanrı, sonra Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz! Bu tartışmasız bir gerçektir. Atatürk’ü anlamakta zorlananlardan biri olan Adnan Adıvar, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı zamanında Türkiye’ye döndüğünde, Atatürk’ün büyüklüğünü farklı bir dille anlatır ve şöyle der: “Mustafa Kemal Paşa olmadan da belki Millî Mücadele kazanılırdı; ama kazanılsa bile, Anadolu’da üç-dört devlet kurulurdu...” Kurulsa bile o kurulan devletçikler de, Irak, Suriye, Lübnan benzeri devletler olurdu!
1920’de, Fransız Albay Andrea, kuşatma altındaki Antep halkına uçaklarla dağıttığı bildiride “Direnmeniz anlamsız. Siz Fransız yönetiminde zengin olursunuz, ileri bir ülke haline gelirsiniz. Sizi zengin edeceğiz” diyordu. O yiğit Antepliler, hiç kulak asmadı bu yalanlara. Aç kaldılar, direndiler; Türk’ün has evlâdı Mustafa Kemal Paşa’nın iradesini taşıdılar ve ‘Gâzi’ oldular...
Atatürk’ten sonra, yaşanan her türlü talan, her türlü ufuksuzluk, her türlü düşünce perişanlığı ve her türlü sömürüye zemin olmamıza; yüksek teknoloji destekli ağır sanayi üretiminden yoksun bulunmamıza karşın; Türkiye görünürde gelişti ve zenginleşti! Ancak burada bir sorun var. O sorun emperyalizmin Türkiye’deki ‘örtülü’ etkisidir! Emperyalizm bu etkisini Irak’ta olduğu gibi kaba güçle göstermiyor; içimizdeki ‘anahtar adam’ (key man)larla sağlıyor. Yaşadığımız coğrafyayı kendi stratejik ‘sömürü zemini’ için düzenleme işini, bu adamlara havale ediyor... Böylece, bir anlamda “İç ve dış dinamikler(!) birleşiyor...”
Bu durum Gordion Düğümü’ne benziyor. Ama çözmek gerek... İskender’in yaptığı gibi değil; usulünce çözmek gerek! Çözmek zorundayız. Çözeceğiz de!
Ben gençliğe; okuyan, sorgulayan gençliğe güveniyorum!