GARİŞ İLİŞKİLER AĞI!..
Ve emperyalizm “dinsel
dönüşüm projesi”ni yarattı:
Protestan Hristiyanlar ile Ilımlı Müslümanlar...
Yargıtay’ın, Midyat’taki Mor Gabriel Manastırı arazisinin bir kısmının Hazine’ye devrini öngören kararını eleştiren Orhan Kemal Cengiz, dün Radikal’de “Misyonerler, Süryaniler, AK Parti” başlığıyla yayınlanan yazısında, 2002-2003 yıllarında yürüttüğü misyoner faaliyetten de söz etti:
“Türkiye’deki Protestanların durumunu analiz eden bir rapor hazırlamıştım o zaman ve Protestanların durumuna olumlu katkıda bulunabileceğini düşündüğüm kişileri ziyaret ederek lobi yapıyor, raporu tanıtıyordum. Rapor, Türkçe ve İngilizce çıkmıştı. Meğer, bakanı ziyaret eden tüm yabancı heyetler bir kopyasını da beraberinde getirip bırakıyorlarmış...”
“Yürüttüğü misyoner faaliyet” diyorum, çünkü “Protestanlığa olumlu katkılar yapabilmek” uğruna ziyaret ettiği Bakan’ın, dönemin Milli Güvenlik Kurulu’nun “misyonerlik” konusundaki tutumunu anımsatarak, kendisini “Orhan Bey, uğraştığınız iş bölücülükten daha tehlikeli” diye uyardığını da belirtmiş Cengiz aynı yazıda.
“Ermeni meselesi”yle aynı
rahimde döllendiriliyor
Mor Gabriel Manastırı ve Süryaniler meselesi sadece Radikal’in gündeminde değil.
6 Temmuz 2012 günü haber7.com’da aynı konuyu ele alan Erkam Tufan Aytav’ın, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararını “politik” olarak nitelendirdiği yazısı da hayli dikkat çekici.
Aytav diyor ki;
“Bugün başta İsveç olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde Türkiye’den göç etmek zorunda kalmış Süryaniler yaşamakta. İsveç’in Ermeni ve Süryanilere soykırımı yapıldığını kabul etmesinde maalesef bu ülke yaşayan bazı Süryanilerin etkisi büyük olmuştur. Bu sebeple Yargıtay’ın bu kararı pek çok kişide misilleme havası uyandırmıştır. (..) “Demokratik Açılım” adı altında başlatılan sürecin, cesur hamlelerle arkasının getirilmesi gerekir. Yoksa Diyanet İşleri Başkanımızın Patrikhane ziyaretleri sembolik olmanın ötesine maalesef geçemez.”
Midyat’tan Harput’a...
Durup dururken nereden çıktı şimdi bu “Türkiye’nin Süryanilerle imtihanı” meselesi?
Bu konu Aytav’ın “Ermeni benzetmesi”yle hissettirmeye çalıştığı türden nurtopu gibi yeni bir “sorun / yumuşak karın” sahibi olmamıza yol açabilir mi?
Bu tahlili yapabilmek için her şeyden önce Ermenilerin “sorun/mesele” haline “dönüşme/dönüştürülme” sürecini biliyor olmak gerekir.
Bu bilgiye en kestirme yoldan;
“Protestan misyonerliği” olarak algılanan faaliyetler içinde olduğunu anlatan Radikal yazarı Cengiz ile hemen her alanda yoğun “diyalog” faaliyeti yürüten Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Medya Bölüm Başkanı Aytav’ın “duyarlılık kesişmesi”ne sahne olan Midyat’tan Harput’a, Tarsus’a, Yozgat’a uzanan kısa bir yolculukla ulaşılabilir.
1820’den itibaren sistemli biçimde Anadolu içlerine ilerleyen Amerikalıların hedefi Müslüman ahaliyi Hristiyanlaştırmak mıydı?
Öyle ise kurdukları misyoner okullarında “öncelikle” ve “özellikle” eğitilenler neden Ermeni çocuklarıydı?
Amerikalı misyoner Tillmann C. Trowbridge’in, Anadolu gezisini kapsayan “Ermenistan’da Bir Turdan Notlar” kitabından minik bir katkı:
“Kurtuluşun yolu Osmanlı imparatorluğundaki Hristiyan halkları bir bir Protestanlaştırmak ve özgürleştirmektir.”
“Dış güçlerin oyuncağı”
haline geldiler
Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerde yapılan ve iki BOARD misyoneri Eli Smith ve Harrison Gray Otis Dwight’ın “Researcehes in Armenia” adıyla ünlenen “araştırma gezisi” sonunda, Anadolu’daki hristiyanların maddi ve manevi durumlarının “feci” olduğuna, ahlak ve maneviyatlarının yok olduğuna ve hazır “Osmanlı yöneticileri buna engel teşkil etmeyecekken” reforma tabi tutulmalarına hükmedildi.
Eli Smith’in bu araştırmanın sonuçlarını aktarırken şöyle diyecekti:
“Hristiyanlar arasında çalışmak suretiyle düşman topraklarının ta kalbine girme olanağına kavuşmuş oluyoruz!”
Anadolu’da yaşayan Gregoryen Ermeniler, Amerika’nın 19. yüzyılda Fransa ve Rusya’ya karşı “Asya’nın ve (elbette) Kudüs’ün anahtarı” na sahip olmak için kurduğu ve bütün toplumsal yapılarını değiştiren bu tezgaha düşmemek için uzun müddet direndi. Ermeni ruhbanı, Ermeni kilisesi içinde Amerikalıların istediği reformu yapmaya yanaşmadı ve
1 Temmuz 1846’da ABD kendi işini kendi yapmak üzere Anadolu’daki ilk Ermeni Protestan Kilisesi’ni açtı. Anadolu’da her daim yaşam alanı bulmuş Ermeni kimliğine dönük asıl “soykırım” işte bu olaydı.
Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabağyan, Protestan misyonerlerin verdiği zararı tekrar tekrar anlattı:
“Ermeniler’in ’Millî Kilisesi’ile birlikte, millî bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, emperyalist devletlerin âdeta oyuncağı durumuna gelerek çok büyük kayıplara uğramışlardır”.
1900’lerin ilk çeyreğinde Harput’ta görev yapan ABD Konsolusu’nun, Ermeni komitacı yetiştiren Harput Koleji’nin misyonuna dair söyledikleri Dabağyan’ı doğrulamıyor mu:
“Birleşik Devletlerin bu topraklardaki müstakbel ticari egemenliğini sağlayacak!”
Bana kalırsa, bu aşamada biraz risk alıp çok önemli bir başka soruyu da gündeme getirmeli:
“Kripto Ermeniler” yüzyıllar boyu aslında kimden gizlendi?
Kendilerine “zulmettiğini” iddia ettikleri Türklerden mi?
Yoksa kapitalizmle flörtleri sırasında, “dinleri” dahil Ermenileri, kimliklerini oluşturan ne varsa vazgeçmeye zorlayan misyonerlerden mi?
Genetiğiyle oynanmış
politik bir inanç sistemi
Hem azınlıklar, hem de misyoner faaliyetler üzerine derinlemesine incelemelerde bulunan İstanbul Barosu Genel Sekreteri Avukat Hüseyin Özbek protestanlaştırılarak “Şark Meselesi”nde kullanılmaya müsait hale getirilen Ermeniler gibi, Süryani kimliğinin de “Protestan prizması içinde yeniden tanımlanması” halinde BOP kapsamında kullanılabileceğini söylüyor:
“Süryaniler kadim bir Orta Doğu halkı. Süryani metropolitleri ve Süryanileri temsil ettiği iddiasındaki bazı kişiler azınlık statüsü istiyorlar. Yeni Anayasa’da bunu sağlamaya dönük kampanyaları var. Bütün bunlar Türkiye’yi çokkültürlü bir yapıya dönüştürme mastır planının varyasyonları. Protestan olunca yerellik, millilik, özgünlük, tarihten gelme, kadimden beri orada olma özellikleri kalkıyor. Yeniden tanımlanıyor. Bilgisayar yazılımı gibi yeniden ona bir kod veriliyor. Genetiğiyle oynanmış hale geliyor. İnanç olmaktan çıkıp Büyük Orta Doğu Projesi’ne hizmet eder hale getiriliyor; politikleştiriliyor...”
ABD’nin Kosova müdahalesi Ortodoks Rusya’yı
durdurmak içindi
Kosovalı bir okurumuz Yugoslavya’nın parçalanma sürecine dair yayınlarımızı eleştirmek üzere bir e-posta yollamış.
“Türkiye’de Kafkaslı ve Balkanlı çok insan vardır.Yüzde 99’u vatanseverdir. Bu ülkenin geleceği için kader birliği yapmıştır. “Ne mutlu Türk’üm diyene” ana fikrine inanırlar, samimidirler” diyerek Kosova’nın bağımsızlığını da içeren sürecin “Amerikan projesi” olarak sunulmasından duyduğu rahatsızlığı belirtmiş:
“Bazı haberlerinizde, Kosova bağımsızlığı süreci sık sık diğer bazı ülkelerde yapılan art niyetli çalışmalara benzetiliyor. Eski Finlandiya devlet başkanının arabuluculuk yaptığı her ülkede bir karışıklık olduğu ve bunun o ülkeyi bozması ile ilgili bir ana fikir üzerine haber yapmışsınız. Diğerlerine katılırım. Ama Kosova yaklaşımınız eksik bilgi nedeni ile yanlış benzeşmiş.
Bosna ve Kosova Müslümanlarına karşı Sırplar her zaman art niyetlitydi. Söz gelimi askere giden gençlere tüfek değil arka plan işler verilirdi.Sırpların yoğunluklu yaşadığı bölgelerde iş güç sahibi Arnavut ve Boşnak yoktur, sokmazlar, barındırmazlar. İki savaşta 300 bin Boşnak, 20 bin Arnavut öldürülmüştür. Bosna’ya Avrupa müdahale edememiştir. Türkiye’nin sınırlı girişimleri neticesi, kısmen de AB nin desteği ile şimdiki zayıf yapılanma olabilmiştir ancak.”
Ve tam burada öyle bir tespitte bulunuyor ki okurumuz, adeta ABD’nin “dinsel dönüşüm” projesinin aradan geçen 200 yıla rağmen hala tedavülde olduğunun kanıtı gibi:
“Kosova’ya ABD’nin müdahale nedeni, Sırplar kanalı ile Ortodoksların yayılmasının engellenmesiydi. Böylece Rusya-Makedonya-Yunanistan birleşecek, Ruslar sıcak denizlere inecekti. ABD müdahalesi stratejik nedene dayanıyordu, bu anlamda Türkiye’nin de işine geldi. Böylece Osmanlı bakiyesi bir halk kurtarılmış oldu!”
İnsan sormadan edemiyor;
Bugün Türkiye üzerinden girişilen bu tür bir organizasyon olamaz mı?
Fener Rum Patrikhanesi’ni kimler, kime karşı “ekümenikleştirme” yi istiyorlar?
Daha dün TBMM Başkanı’nın fetva verir gibi “İslam dininin ibadet yerleri camilerdir” diyerek kapılarını cemevine kapattığı bir Türkiye, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın da iddia ettiği üzere İran, Suriye gibi (direnen) “Şii Hilali” diye tanımlanan “tehdit” e karşı gerilen “Sünni Yayı” ndan “ok” gibi fırlamak üzere konumlandırılmış olamaz mı?
Ve tıpkı Kosova örneğindeki gibi “Osmanlı bakiyesi” saydığı Suriye üzerindeki emperyalist tasarrufları, Neo-Osmanlıcı yeni Türkiye egemenleri kendi açılarından “işlerine gelen bir durum” olarak yorumluyor olamazlar mı?
İslamı, İslam ile
parçalayacaklar...
İlahiyatçı Prof. Yaşar Nuri Öztürk bu mezhepsel kutuplaştırma su yüzüne çıkmadan aylar önce uyarmıştı:
“BOP projesi meyanında, Kuran’ın İncilleştirilmesini, caminin kiliseleştirilmesini, başörtüsünün rahibe örtüsüne dönüştürülmesini sistemli bir biçimde yürütmektedir.”
Tarihe dönelim:
İran Devrimi, Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Filistin sorunu gibi bir dizi tecrübeden sonra, 1970’lerde Sovyetler’e karşı oluşturduğu “Yeşil Kuşak”, ABD emperyalizminin ayağına dolanır hale geldi. İslamcı hareketlerin giderek anti-emperyalist karaktere dönüşme eğilimi, Orta Doğu’daki Amerikan varlığı / çıkarları için artık sadece bir tehditti. Dev Amerikan şirketleri ile hammadde ve pazar arasında örülen duvarların yıkılabilmesi için acil revize gerekliydi. Ve devreye, en kısa ifadeyle “ABD düşünce kuruluşlarında geliştirilen Protestan İslam yorumu” olarak tanımlanan Ilımlı İslam Projesi girdi.
Rand Corporation Milli Güvenlik Araştırmaları Dairesi’nin “Uygar ve demokratik İslam, partnerler, kaynaklar ve stratejiler” araştırmasına (2003) göre, “dünyanın geri kalanının” iktisadi ve siyasi çıkarları “sistemle uyumlu, uluslararası normlara riayet eden bir İslam anlayışını” gerektiriyordu. Rand Corporation’ın bu “sorun”un halli için önerdiği çözüm “köktendinciler, gelenekçiler, modernistler ve laikler” olarak ele aldığı dört grubun birbirlerine müdahalesini sağlamaktı. Yani İslam, İslam içinde oluşturulan “kamplar” üzerinden dönüştürülecekti.
Dört aşamalı eylem planına göre;
Önce modernistler desteklenecek; bu yönde bir kamuoyu oluşturulması için eğitim müfredatından, sivil toplum kuruluşlarının dizaynına kadar her yola başvurulacaktı. Okullar, enstitüler, internet siteleri, yayın organları, gençliği hedef alan organizasyonlar finanse edilecek ve bu kesim, gelenekçiler ile köktendincilere rakip çıkabilir hale getirilecekti.
İkinci aşamada gelenekçiler “köktendincilere karşı” desteklenecek; anlaşmazlıklar kaşınarak iki grup arasındaki ittifak ihtimali sıfırlanacaktı. Gelenekçileri oluşturan mezhepler teşvik edilerek ayrımcılık uygulanacak, modernistlerin bu mecradaki etkinliği artırılacaktı. Yani “gelenekçi” diye adlandırılan kesim parça parça işbirlikçilerin safına devşirilecekti. Bu arada, kullanılan kavramlar gözünüzün önüne, RP-AKP ayrışmasının yaşandığı günleri getirmedi mi?
İslamı, Protestanlaştırma Projesi’nin sonraki adımı köktendincilere savaş açmaktı. Savaşın silahı seçildi: Karapropaganda! Buna göre “köktendinci kesim” şiddet eylemleri ile örtüştürülecekti. “İslami terör” denilen kavramın nasıl oluştuğunu hatırlayın şimdi!
Karapropaganda aşamasının en önemli ayaklarından biri de toplum liderlerinin küçük düşürülmesi, zaaflarının ortaya serilmesiydi. Medya bu yönde yayın yapması için cesaretlendirilecekti.
Köktendincilerin “ortak düşman” olarak algılanması sağlandıktan sonra, sırada son vuruş vardı. Bu kez tıpkı Erdoğan’ın “Arap Baharı” turunda tabanını çok şaşırtan çıkışında olduğu gibi “laiklik” desteklenecekti. Laikçilerin “köktendincilere” karşıtlığı, ABD’ye karşı direnen farklı ideolojik grupların bir araya gelmesini engellemek için kullanılacaktı.
Ne dersiniz, Türkiye’de “laikçi” kesimin bir bölümünün bütün “milli” duruşuna karşın İran konusunda, sırf “din” faktöründen dolayı, farkında olmadan ABD’nin ekmeğine yağ süren bir çizgiye kayıyor olması “son aşama” nın işaretlerinden biri sayılmalı mı?
Ve Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanlığını da yapan Yasin Akdoğan’ın yıllar önce yaptığı “Batı ve onun kapitalizmi ile bütünleşmek istiyoruz. Böyle bir küresel anlayış, İslam dünyası için de geçerli olmalıdır...” itirafı ortadayken, btün bu yazdıklarımız “komplo teorisi” diye hafife alınabilir mi?
Hindistan’da Müslümanlar arasında faaliyet gösteren Protestan bir papaz, ABD’ye dönüşünde, kendisine ne ölçüde başarılı olduğunu soranlara “Çalıştığımız bölgede belki çok az kimseyi, belki hiç kimseyi Hristiyan yapamadık ama üzerinde çalıştığımız bu bölgedeki insanların artık hiçbiri Müslüman da değil” demişti.
Türkiye’nin hatta Orta Doğu’nun ılımlılaştırılmış Müslümanlarına dikkatle bakın. Müfide Tek’in “Türk olarak girip Türk kalarak çıkmanın mümkün olmadığını” söylediği misyoner okullarından mezun olan ve Ermeni olarak girip Ermeni kalarak çıkamayan, Hristiyan olarak girip Hristiyan kalarak çıkamayan “öteki protestanlar”a benzemiyorlar mı?
Tek tip giyinen, tek tip traş olan, bir süre sonra bakışları bile aynileşen, aynı torna tezgahından çıkmış “demir çubukları” andıran “bir sürü” insan... Robotlaşmış. Hedefe kilitlenmiş bir füze sistemi gibi; ateşlendikleri anda gidecekleri yer belli...
Peki o “hedef” gerçekten de bu ülkenin lehine mi?
Bu sorunun cevabını düşünürken aklınızın bir köşesinde olsun:
Islahat dayatmalarının baş aktörü İngiliz elçi Sir Stanford Cannig daha o tarihte bütün mücadelesinin “Protestanlığın zaferi için” olduğunu söylemişti!