"Garabağ Alınana Dek Ölmemeye Gerar Vermişem"
Aygün Hasanoğlu... Azerbaycanlı bir hanım-yazar... Son Azerbaycan seyahatimizde Arslan Bulut dostum, tanış etti beni, onunla.
“Danıştık ürekten dünyalar geder” Aygün Hanım’la. Kitaplarımdan verdim, o da bana “Bütün Müharibelere Lenet” (Bütün Savaşlara Lanet) adlı kitabını imzalayıp verdi.
Döndüm ve ayağımın tozuyla okudum Aygün Hanım’ın bu
kitabını.
Daha önsözde, farklı iletiler ve çığlıklar duydum. Diyordu ki Aygün Hanım: “Sonuna dek dövüşmelidir insan, denilmeyenleri demelidir. Yaşadığım ülkeyi, yaşadığım dünyayı seviyorum ve onlara nelerin gerektiğini biliyorum, öyleyse o insan neden ben olmayayım? ’Ermeni Sendromu’ve ’Ermeni Vandalizmi’adlı fotoalbümler ve terör kurbanlarına özgülenmiş fotoğraf sergileri ve diğer çalışmalarım için mücadele verdiğimde ve en yakınlarım tarafından çelmelenip meydanda tek kaldığımda anladım ki, asıl kahramanlık işte budur: (...) Ben, Karabağ alınana dek ölmemeye karar vermişim. Hayatım boyunca başımı koymağa rahat bir köşe bulamadığım bu memlekette ölmeme ancak o zaman izin verebilirim. Şimdi buna hakkım yok. Bitirmediğim işler, yazmadığım yazılar var ve şükür Allah’a ki kalem elimdedir.”
Azerbaycan’ın Odlar Yurdu olduğu kadar da dertler yurdu olduğunu, Aygün Hasanoğlu’nun yazdıklarını okuyunca bir kez daha anladım. Yurdu dert Aygün Hanım’ın, derdi yurt. Peki dertlere derman mı yazıyor, ne yapıyor? Yazar’ın işlevini ve misyonunu böylesine kestirme sözle ifade etmek doğru değildir. Yazar; siyasetin, sosyolojinin ve tarihin kör noktaya düştüğü yerde, gören gözdür, en güçlü yansıtıcıdır uzaylarda, en ileri gözetleyicidir ötelerde. Hileyi ilk o sezer esen rüzgârlardan bile. Sezer ve üzer at gözlüklüleri işte bu yüzden.
Karabağ’da Azerbaycan’ın yalnızca toprak yitirdiğini, 20 bin şehit ve binlerce tutsak verdiğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz fena halde. Karabağ’da insanlık da ölmüş, bunu Aygün Hanım, tüm açıklığı ile yazıyor. Ermeni’nin vahşetini iyi bilirdik de, Ermeni dığalarının, Azerbaycanlı tutsakları soyundurup, birbirlerine tecavüz etmeye zorladıklarını, etmeyenlerin kemiklerini kırdıklarını hiç duymamıştık öyle değil mi?
Karabağ toprağını ağzına almadan çocuğunu doğuramayan gelin var bu kitapta, Karabağın otunu koklamadan adım atmayan Karabağ atının öyküsü var. Yolda kalan umutlar, sesi olmayan nağmeler var bu kitapta.
Bir “tıkaç” öyküsü var... Karabağ’a giden yolları, Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini tıkıyor o tıkaç. Öyle bir tıkaç ki, Türk’ün her şeyi Azerbaycan’da satılıyor da, kitapları satılmıyor, bir Türk Kültür Merkezi kurulamıyor bir türlü.
Ve “Üç Kelime Söz” adlı o öykü... “Men nedirem o üreği/Yok arzusu bir dileği/Becermirse o sevmeyi/Demek o heç ürek değil./Veten üçün lazım gelse/ Polat kimi gerilmezse/ Toprağına sarılmazsa/Demek o heç yürek değil/Ay ulduza sarılmazsa/ O heç bize gerek değil” mahnısının senaryosu gibi. İki aşk var Öner’in yüreğinde: Bayrak ve yâr. An geliyor, özdeşleşiyor bayrakla sevgili, şehitlik şerbetini içiyor Öner. Öner’in duyguları, benim kuşağımın18 yaş romantizmi olarak yaşadıklarıdır. Bu duyguları, bir bayanın, tam isabetle yansıtması doğrusu çok şaşırttı beni.
Kaleminize kuvvet Aygün Hanım, uğurlar arzulıyıram size.
Helelik...